Şiddet, bireyin fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik yönden zarar görmesiyle ya da acı çekmesiyle sonuçlanan veya sonuçlanması muhtemel hareketleri, buna yönelik tehdit ve baskıyı ya da özgürlüğün keyfi engellenmesini de içeren her türlü tutum ve davranıştır. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından, “fiziksel güç veya iktidarın kasıtlı bir tehdit veya gerçeklik biçiminde bir başkasına uygulanması sonucunda maruz kalan kişide yaralanma, ölüm ve psikolojik zarara yol açması ya da açma olasılığı bulunması” durumu olarak tanımlanmaktadır.
Ahlak felsefesini tanımlayan filozoflarda. Ahlak; ‘İyi, kötü, vicdan, irade, kural ve etik eylemlerdir’ der. Ahlak; insanın doğuştan gelen ya da sonradan edindiği tutum ve davranışların tümüdür. Yazılı ve yazılı olmayan ve yazılı kurallardan çok daha etkili genel geçer kabul gören evrensel ahlak ilkeleri ve kuralları vardır. Dinler içerisinde de bu kurallar yer almaktadır. “Sana yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma, çalma, öldürme, yalan söyleme” gibi tanımlamalar iyilik-kötülük kavramanı yanıstır. Bu bakımdan şiddet ve ahlak, sevgi ve nefret birbirine zıt kavramlardır.
”Öz sevgi, ahlak özgürlüğün çocuğudur; birey olmanın cesaretlendirildiği, farklılıkların yargılanmadığı ve yadırganmadığı ortamlarda boy atar. ”Ülke ve halk olarak gerek bireysel gerekse toplumsal düzeyde en temel, en hayati sorunumuzdur. Toplumun önemli bir kesiminde öz güven sorunu vardır. Çoğumuz birey ve aile olarak toplumsal gerilikler nedeniyle, özgür, sağlıklı, bilinçli bir ortamda büyüyemedik. Dolayısıyla, öz güven, öz sevgi, öz değer, öz saygı gibi kavramların bütünlüklü bir arada yer aldığı bir kişilik şekillenmesi toplumsal gerçekliğimizde çoğunlukla daha sonra bilinç edinerek gelişiyor.
Bugün maalesef, toplum ahlak, sevgi vb bu değerlerle yetişmediği gibi, yeni nesillerinde bu değerlerden uzak, bu değerlerin farkında olmadan yetiştirildiğini görüyoruz. Farkında olanlar ise, sistemin, düzenin dayatmalarının, kendi kalıbına, hızına, tarzına, ihtiyacına, mantalitesine göre insan yetiştirmesi ve ebeveynlerinde çocuklarını buna göre eğitmesi nedeniyle ahlaki değerleri ve yaşanılması, paylaşılması gereken dayanışma, paylaşım ve sevgi gibi nice güzellikleri ıskalıyoruz. Oysa çocuklarımıza sadece eğitim, çevre ve sistemin değerlerini değil, kendi değerlerimizi aşılamamız gerekiyor.
Yani özgüvenli olacak. Kendini doğru temelde sevecek. Kendine saygı duyacak. Kendine değer veren bir birey haline gelecek tarzda; ahlak, sevgi, güven, saygı ve değer aşılayarak yetiştirmeliyiz. Böyle yetişmiş bir çocuk. Her halükârda kazanmıştır. Sadece sınav, okul, iş başarılarıyla çocukları değerlendirmek son derece yanlıştır. Daha kötüsü kendi değer yargıları, kabul, beğeni ve red ölçüleri gelişmemiş kendini çözümleyememiş, tanıyamamış, duygu ve düşünceleri, yaratıcı yetenekleri geliştirilmemiş çocuklar yetiştirmek, kendilerini birer sorun yumağı haline getirmekten başka hiçbir anlam ifade etmez.
Toplumun sosyo-politik olarak hastalıklı hale gelmesi ; her türlü düşünsel doğmanın, şiddetin, çağ dışı mezhep hortlamalarının, kadın-erkek eşitsizliğinin, gericiliğin, toplumsal ve bireysel paranoyanın, güvensizliğin, ötekileştirmenin, ayrıştırmanın önünü açar. Kısaca toplumun ve bireyin sosyal, kültürel, siyasal ve ekonomik faktörlerin baskısıyla zihinsel olarak esir alınması amaçlanmaktadır. Hukuk ve adalet sisteminin çöküşü esasen de sosyal çürümenin en temel nedenlerinden biridir. Ahlaki değerlerden yoksunlaşma aynı zamanda hastalıklı birey ve toplum yaratmanın en önemli nedenidir.
‘Yitirileni yitirilen yerde aramak gerekir’ sözü, toplumsal psikolojimizdeki çözümü konusunda bize bir bakış açısı sunuyor. Sorunların çözümünde doğru adresi ortaya tokyarak aynı zamanda bireyleri ve toplumu yeniden kazanabiliriz ve toplumsal olarak ahlaklı bir birey ve toplum haline yaratabiliriz.
Biliyoru ki öz güvenli bireyler öz güvenli bir toplum yaratır. Adil bireyler adil bir toplum yaratır. Kendini seven bireyler, bevgi dolu bir toplum yaratır. Değerlerine bağlı bireyler, değerli ve ahlaklı bir toplum yaratır. Kendilerine özgür bir gelişim imkânı sunulan ortamlarda yetişmiş bireyler de özgür bir toplum yaratır. Tüm bunların temeli; kendimizi aile ve çevremizi doğru bir temelde değiştirmeye başlamaktır. ‘Bir insan değişirse dünya değişir’ felsefesinin özü de budur.
Günümüz Türkiye’si ahlak ve vicdan yoksunu, hasta ruhlu insanlarla dolu bir toplum. Türkiye’deki toplumsal şiddetin kaynağı kişilik problemlerimiz, toplumsalaçmazlarımız ve ön önemlisi de sistemin yarattığı hegemonyadır. Egemen erki temsil eden devletin temel perspektifi sorunların çözümü üzerine değil çözümsüzlüktür. Bu nedenle toplumsal çatışmanın merkezinde olan Kürt, Alevi, Kadın Özgürlüğü gibi bütün sorunların kaynağı doğal olarak devlettir. Birey ve toplum devletin ideolojik-politik yönlendirmesiyle çözümsüzlüğe alet olmakta ve hatta biçimsel olarak öznesi gibi görünmektedir.
En altta ve en üst boyutta karşılaştığımız bireysel ve toplumsal sorunları, karşılıklı diyalogla empatiyle, konuşarak, anlaşarak çözemiyoruz. Sorunlarımızı mutlaka şiddetsiz çözmeyi öğrenmeliyiz. Ruhumuza değin sinmiş ve kendi içimizden kaynaklı şiddet. Bekli de çocukluğumuzda; bize acımasızca uygulanan vahşi yöntemlerle vurma, kırma, kavga, dövüş, baskı ve işkenceyle; giderek tüm bunların en üst biçimi olan savaşla sorunları çözmeye çalışan bir toplumsal gerçekliğimiz var. Bu çok büyük bir acı ve bir o kadar da gerçek. Bu ülkede şiddetin bu yoğunlukta yaşanması sadece bizim gibi gelişmemiş toplumlarda oluyor. Gelişmiş batı toplumlarında şiddet var ama bu yoğunlukta değil.
Eğitimin bunda payı birincil derecede ve eğitim çok önemlidir. Toplumsal gerçekliğimizde yediden yetmişe eğitilmemiz, kişiliklerimizi, ruhumuzdaki karanlık noktaları çözümlememiz şarttır. Ruhsal bir arınma, rehabilitasyon yaşamadan toplumun şiddet sarmalından çıkmasının, bu kahredici kısır döngüyü kırmasının imkânı yoktur. Şiddeti acımasız bir şekilde uygulayan insanlar; bu noktadan bakılınca bu sistemin oluşturduğu zincirin zavallı birer kurbanı.
Kadına, altı yaşındaki çocuğa tecavüz, işkence yapmak tam bir çıldırı hali! İnsanlar şiddete bulaştıkça zamanla sadistleşiyor. Sistem uyguladığı politikalarla şiddet politikalarını etkilemekte ve yönlendirmektedir. Birey ve toplum ilişkilerinin çatışma alanında devletin ideolojik aygıtların önemli bir etkisi ve yönlendirmesi olduğunu söylebiliriz.
Bireyi ve toplum hiçleştirilmesi esasen iç dinamiklerin toplumsal ve kişilik değerlerinin ereziyona uğratılmasıyla doğrudan ilişkilidir. Çin’lilere dair anlatılan bir hikaye toplumun ahlaki, kültürel, sosyal ve politik değerlerinin nasıl yok edildiğini anlatır : « Çinliler barış içinde yaşamaya karar verdiklerinde büyük Çin Seddi’ni inşa ettiler. Yüksekliğinden dolayı hiç kimselerin tırmanamayacaklarını düşündüler…
Fakat, inşasından sonraki 100 yılda Çinliler 3 misli daha fazla işgale uğradılar.
Düşman piyade askerlerinin, hiçbir zaman duvara tırmanma ya da duvarı yıkmaya ihtiyaçları olmadı.
Çünkü, her zaman muhafızlara rüşvet verdiler ve kapılardan girdiler.
Çinliler yüksek ve kalın duvar inşa etmişlerdi; fakat duvar muhafızlarının karakterlerini inşa edememişlerdi.
Netice olarak, insan karakterini inşa etmek farklı ve önemli…
Her şeyin inşasından önce gelir.
Yeni neslin bugünkü ihtiyacı işte budur.”
Bir oryantalistin dediği gibi; “Eğer bir milletin medeniyetini tahrip etmek istiyorsanız 3 yol var;
* Aile yapısını tahrip edin.
* Eğitim sistemini tahrip edin.
* Rol modellerini ve referanslarını küçümseyin, alçaltın.”
Bütün bunlar kişilerin kişilik değerlerinin bozulması ile açıklanamaz, toplumun yozlaştırılması sistemin geliştirip pratikte uyguladığı politikalarla doğrundan ilişkilidir.