Bir devletin gerek kendi sınırları içinde gerekse kendi sınırları dışında savaş uçakları, silahlı veya silahsız hava araçlarıyla öldürme ve zarar vermek amacıyla yapılan saldırıların ulusal ve uluslararası hukuka uygunluğunun tartışılması gerekmektedir. Bu tür saldırılardan çoğu zaman savaşan veya çatışanlar dışında bulunan siviller de zarar görmektedir. Bunun akılda kalan en önemli örneği sınır ticareti yapan 35 Roboskili Kürdün öldürülmesidir. Buna benzer onlarca örnek Güney Kürdistan’da yaşanmıştır.
Esirleri kurtarmak amacıyla yapıldığı ileri sürülen ancak rehinelerin ve PKK’li askeri güçlerinin öldürülmesiyle sonuçlanan operasyonda olan da Roboski katliamından daha vahimdir.
Bu vahim sonuçlar ortada olmasına rağmen Türkiye sınırlarında da PKK’li olduğunu iddia ettiği kişileri SİHA’larla hedef almaya devam ediyor. Uluslararası ve ulusal hukuka göre saldırı halinde olmayan kişilere karşı öldürmeyi amaçlayan bu saldırıları hukuki meşruiyeti olmadığı gibi “yargısız infaz” olarak nitelemek önünde bir engel de yoktur. Devletin sorumluluğu ile birlikte ceza hukuku anlamında bu öldürme olaylarının kararını verenler ile bu kararları uygulayanların sorumluluğu da vardır. Devlet de idarenin sorumluluğu kapsamında maddi ve manevi zararları karşılamak durumundadır.
“Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği, SİHA’larla insanların yargılanmadan hedef alınarak öldürülmesini ABD anayasası ve uluslararası hukuka aykırı olarak niteliyor. Glasgow Üniversitesi’nde Uluslararası Hukuk Profesörü ve Birleşmiş Milletler’in İşkence Özel raportörü olan Nilse Melzer, Uluslararası Hukukta Hedef Alarak Öldürme adlı ödüllü kitabında bir kişinin hedef alınarak öldürülmesinin yasalara uyması için “insan hayatlarına yönelik hukuksuz bir saldırı gerçekleştirme tehdidi bulunan kişinin öldürülmesinden başka bir yol olmaması gerektiğini” söylüyor. Bir çatışmaya doğrudan katılan bir sivile karşı daha zararsız ya da daha az ölümcül bir hamle yapılması ihtimalinin bulunması durumunda hedef alarak öldürmenin uluslararası yasalara aykırı olacağını belirten Melzer, buna İsrail Yüksek Adalet Mahkemesi’nin aynı yöndeki kararını örnek olarak gösteriyor.” (https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-41275429)
Devletlerin hedefine aldıkları kişileri “terörist” olarak etiketlemeleri onların bu şekilde öldürülmelerini haklı kılmıyor. Devletlerin hukuk çerçevesindeki imkanları sınırsız olup, devletler arası ilişkilere başka şekilde çözüme olanaklar tanıyor. Devletler, “ben onları öldürmesem onlara benim için tehdittirler” demeye benzer savunmalarının hukuki bir geçerliliği yoktur. Aksi durumda devletler bunu daha da ilerleterek “suikastları meşrulaştırmanın” yolunu açabilir. 2013 yılında üç Kürt kadın siyasetçiye yönelik yapılan suikastın SİHA ile yapılan operasyonlardan farkı yoktur. Hatta giderek suikastı engellemekle görevli olan suikastın yapıldığı devletin sorumluluğu da vardır.
Türkiye İç Hukukuna göre TC Anayasasının 2.maddesi şöyledir: “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” Bu maddede dikkati çeken en önemli devlet niteliği, Hukuk Devletidir. Hukuk devleti demek, hukuka bağlı devlet demektir. Başka bir deyişle, ister yurttaşı isterse yabancı olsun hukuki güvenceye sahiptir. Bu güvencenin konusu insan yaşamı ve bütünlüğünün korunması için devletin hukuka bağlı olması gerektiğinin vurgulanmasıdır. Hukuk devleti için yargı kararı ve yargılama hakkı temeldir. SİHA’larla veya başka bir hava aracıyla gerçekleştirilen öldürmelerde yargı kararı da yoktur. Yargı kararıyla idam cezası dahil olmak üzere diğer cezalandırmalarda bireyin kendisini savunma hakkı vardır. SİHA ile öldürmelerde öldürülecek kişinin kimliği dahi belirlenmiş değildir.
Anayasanın 15.maddesi de açıktır. 15.maddeye göre, “Savaş, seferberlik (…) 10 veya olağanüstü hallerde, milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler ihlal edilmemek kaydıyla, durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir veya bunlar için Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir. Birinci fıkrada belirlenen durumlarda da, savaş hukukuna uygun fiiller sonucu meydana gelen ölümler (…) dışında, kişinin yaşama hakkına, maddi ve manevi varlığının bütünlüğüne dokunulamaz; kimse din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz ve bunlardan dolayı suçlanamaz; suç ve cezalar geçmişe yürütülemez; suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz.” Bu hüküm hukuk devleti ilkesinin özellikle yaşama hakkı bakımından her şeyin üstünde olduğunu belirtiyor.
Anayasa hükümlerinin bir gereği olarak düzenlenmiş bulunan TCK’nun Meşru Savunma başlıklı maddesine bakmakta da yarar vardır. Burada ortaya konulan ilkeler devleti ve devletin verdiği yetki ile hareket edenleri bağlamakta ve sınırlamaktadır. Buna göre, devam eden bir saldırı yokken ona verilen karşılıklar hukuka aykırı olarak görülmelidir. TCK’nun 25.maddesi şöyledir: “Gerek kendisine ve gerek başkasına ait bir hakka yönelmiş, gerçekleşen, gerçekleşmesi veya tekrarı muhakkak olan haksız bir saldırıyı o anda hal ve koşullara göre saldırı ile orantılı biçimde defetmek zorunluluğu ile işlenen fiillerden dolayı faile ceza verilmez.” Maddede yazılı bulunan koşullar oluşmadan verilen karşılıklar nedeniyle öldürme veya başka bir sonuç çıkmışsa bu eylemler cezalandırılacaktır. SİHA saldırılarına bakıldığında değil bir saldırı hazırlığı, saldırı düşüncesi dahi yoktur. Hata ve yanılma payı da dikkate alındığında meydana gelen zararların telafi ve izahı da mümkün değildir. Kaldı ki, SİHA saldırıları öncesinde çok kapsamlı gözleme imkanları vardır. Hatadan veya hedeften sapmadan söz etmeye yönelik savunmalara itibar edilemez. Hukuk bir yana ahlaki bir sorumluluk da söz konusudur. Bir kişi dahi olsa uçak veya SİHA ile tonlarca patlayıcı kullanılmasının adaletle de bir ilgisi yoktur. Meşru savunma olarak da kabul edilemez. “Meşru savunma, bir kimsenin kendisini veya başkasını hedef alan bir saldırı karşısında, savunma amacına yönelik olarak ve bu saldırıyı defedecek ölçüde kuvvet kullanmasını ifade eder.”
Dinsellik ve teolojik açıdan bakıldığında da hukuka ilişkin söylenenler burası için de geçerlidir. Batı Hukuk Geleneğinin Teolojik Kaynaklarını ele alan Hukuk Tarihçisi ve Felsefecisi Harold J. Berman Hukuk ve Devrim adlı çalışmasında şöyle diyor: “Kendi teolojik kaynaklarıyla bağını kaybetmiş bir hukuk geleneğinin paradokslarına tuhaf bir örnekle ışık tutulabilir. Cinayetle suçlanan aklı başında bir kişi hüküm giyer ve ölüm cezasına çarptırılır, sonrasında ise cezası infaz edilmeden akıl sağlığını yitirirse; cezanın infazı kişi akıl sağlığına kavuşana kadar ertelenir. Genel olarak söylemek gerekirse, Batı ülkelerinde olduğu kadar Batılı olmayan ülkelerde de hukuk budur. Neden? Batı için tarihsel yanıtı şudur; eğer bir kişi akıl sağlığı yerinde değilken idam edilecek olursa, özgürce günah çıkarma ve komünyona katılma fırsatı olmayacaktır. Bu nedenle akıl sağlığının yerine gelmesi beklenir”. Benzer bir durum İslam ve diğer inançlar için de söylenebilir.
Uluslararası Hukuka göre
Çoğunlukla kabul edildiği gibi uluslararası hukuk kendisine özgü bir hukuk ise de uluslararası hukuk ile ulusal(iç) hukuk tek bir hukuki yapının parçalarıdır. Bu da günümüz açısından egemenin her şeyi yapabilme argümanını bir tarafa bırakarak hukuka uygunluğa mutlak bir üstünlük tanımaktadır.
Son olarak BM Antlaşmasının 51. Maddesine bakmakta fayda vardır. 51. maddeye göre devletler meşru savunma halinde güç kullanabilirler. Savaş uçakları ve SİHA ile yapılan saldırıların hiçbirinde meşru savunmanın koşulları bulunmamaktadır. BM Antlaşmasının 51. Maddesi şunu söylüyor: “Bu Antlaşmanın hiçbir hükmü, Birleşmiş Milletler üyelerinden birinin silahlı bir saldırıya hedef olması halinde, Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliğin korunması için gerekli önlemleri alıncaya dek, bu üyenin doğal olan bireysel ya da ortak meşru savunma hakkına halel getirmez. Üyelerin bu meşru savunma hakkını kullanırken aldıkları önlemler hemen Güvenlik Konseyine bildirilir ve Konseyin işbu Antlaşma gereğince uluslararası barış ve güvenliğin korunması ya da yeniden kurulması için gerekli göreceği biçimde her an hareket etme yetki ve görevini hiçbir biçimde etkilemez”.
Türkiye Hükümetleri yaptıkları her sınır ötesi harekata 51.maddeyi gerekçe olarak kullandığına göre BM Hukuku içinde hareket edeceğini de kabul etmiş oluyor. Bu maddeye dayandığını söylemesi hukuk içinde hareket ettiği anlamına gelmiyor. Uluslararası hukukta olduğu gibi iç hukukta da sorumluluk gerektiren eylemlerde bulunuyor. Bu bakımdan Gare’de meydana gelen sonuç hem iç hukuk hem de uluslararası hukuk bakımından yargılanmayı gerektiriyor. Soyut olarak devletin sorumluluğundan söz etmiyorum; bu sonuçlara neden olan emri verenleri ve yerine getirenlerin yargılanıp cezalandırılmaları gerektiğini söylüyorum. İç ve uluslararası hukukun temel gereklerinden biri de budur.