Açık veya örtülü olarak savaşlarımıza en çok eşlik eden sloganlardan biri, “Hiçbir ses, savaşın sesinden daha yüksek değildir” sloganı oluyor. Bu noktada tüm söylemlerimiz ve tutumlarımız, savaş için seferber olmak ve zafer ezgileri söyleyip duran kalabalıklar arasına karışmak üzere yön değiştirmelidir! Bizim savaş kültürümüz özetle bu. Yöneticilerimiz, iç krizlerine dair konuşmaları dış savaşlarla bastırır. Sınırların dışında pusuya yatmış düşmanlar vardır ve önceliğimiz bu düşmanlarla yüzleşmektir. Söz veya eylem düzeyinde bu yüzleşmeye kayıtsız kalmak ise ‘vatana ihanet’tir.
Savaş, siyaseti yürütme araçlarından biridir. Ama siyaset, siyasi liderlerin ruh hallerine bağlı olursa saçmalığın, kargaşanın ve servetlerle kumar oynamanın bir aracı haline dönüşür. Hatırladığım kadarıyla Saddam Hüseyin rejiminin İran’a karşı Birinci Körfez Savaşı’nda ortaya attığı savaş sloganı, “İran nüfuzunun Arap ülkelerine doğru yayılmasını önlemek için” idi. Buna karşılık İranlılar da “Kudüs’ü özgürleştirmenin yolu Kerbela’dan başlar” sloganını benimsemişlerdi. İronik olan şu ki Saddam Hüseyin, sekiz yıl boyunca Irak’ın kanını ve servetini akıttıktan sonra bir Arap ülkesine saldırdı ve Ağustos 1990’da Kuveyt’i askerî olarak işgal ettikten sonra Arap Körfezi bölgesinin güvenliğini sarstı. Ama Saddam rejimi, bir diktatörlük rejimiydi ve bu tür rejimler, sorgulanamaz.
Siyasette en tehlikeli şey, liderlerin ruh haline tâbi olunması ve ölçütünün en yüksek çıkarı gerçekleştirmek olmamasıdır. Bu yüzden savaş liderlerinin siyasi çözümler düşündüklerini hayal edemeyiz. Onlar bir savaş istediklerinde tüm hamasi sloganları ve tarihî hadiseleri getirip önümüze koyarlar. Barış istediklerinde ise makuliyetten ve kâr-zarar hesaplarından dem vurulur. Her iki durumda da yoğun bir şekilde zaferden, düşmanın hezimetinden ve savaşın amacına ulaştığından bahsedilir.
Makalemizin konusuna dönelim, yani Gazze’ye karşı savaşın sonrasında ne olacağına dair konuşulmayanları ele almaya çalışalım.
Cevapları, bölgenin haritasını belirleyecek pek çok sorunun halen net bir şekilde cevaplanmadığı görülüyor. Mesela savaş felaketlerinin tekrarlanmasını önleyecek çözümler nelerdir? Savaşın kurbanlarının ve sebep olduğu tahribatın ahlaki sorumluluğu kime ait?
Radikalizme dönüş
İnsanlık, şiddeti ve radikal dinî ideolojiler kadar besleyen başka bir şey görmemiştir. Görünüşe bakılırsa Samuel Huntington’ın ‘medeniyetler çatışmasına’ dair tezi, aşırı dinî ideolojiler tarafından beslenmeye devam ediyor. Yine görünüşe bakılırsa Aksa Tufanı operasyonu ve bunun üzerine İsrail’in Gazze Şeridi’ne karşı başlattığı barbarca savaş, aşırılık yanlısı pek çok söylemin tekrar gün yüzüne çıkmasına ve açıkça soykırım çağrısı yapan çözümlerin dillendirilmesine yol açtı. Hatta pek çok ABD’li ve Avrupalı liderin açıklamaları, sadece siyasi bir tutum değil, İsrail’e karşı dinî bağlılık temelinde duydukları sempatinin de ifadesiydi. İsrail’in askerî operasyonlarının kınanması da bir tür Yahudi karşıtlığına (antisemitizm) dönüştü. “İnsanlık, şiddeti ve radikal dinî ideolojiler kadar besleyen başka bir şey görmemiştir”
Bu savaşın sorunu şu ki Batılı toplumlar içinde bile bölünmeye sebep oldu, en zayıf çağrılar savaşı insani açıdan reddeden çağrılar oldu ve bu çağrıları yapan kişiler ‘teröre sempati’ suçlamasından korkar hale geldi. Çocuklara, mağdur olan kadınlara ve füze bombardımanının sebep olduğu yıkıma dair görüntüler tartışma götürmese de mağdurlara duyulan sempati, sokaklarda yapılan gösterilerle ve siyasetçilerin sivillere saldırılmaması ve savaş kurallarına riayet edilmesi yönünde çağrıda bulundukları açıklamalarla sınırlı kalmalıdır.
Dahası aşırılık yanlısı hareketler, gruplar ve bireyler, kendi aşırılıklarını haklı göstermek için düşmanın adını kullanmaya dayalı üç yönteme başvurmaya başladı. İranlı düşünür Mustafa Melikyan’a göre bu üç yöntem şunlar:
Birinci yöntem: Bizi eleştiren veya bize muhalefet eden herkese düşman gibi yaklaşmak. Bu yöntemde bize bir eleştiri yönelten herkese “Sen de düşmanın yaptığı gibi bize karşı duruyorsun. Sonuç olarak sen düşmanla bağlantılısın” diye cevap veririz. Bu yolla bizi eleştiren ya da bizimle aynı görüşte olmayan dost üzerinde baskı kurmak için düşmanın adını kullanabileceğiz. Her ne kadar bu eleştirel ve muhalif dostun düşmanla uzaktan yakından bir alakası olmasa da…
İkinci yöntem: Başarısızlığımıza ve kötü idaremize bahane olarak düşmanın saldırgan eylemlerini göstermek ve diğerlerine kötü idarenin ve halkın memnuniyetsizliğinin tek sebebinin düşman olduğunu telkin etmek.
Üçüncü yöntem: Düşmanın adıyla kendimizi kutsallaştırmak. Herkes düşmanın kim olduğu üzerinde fikir birliğine vardıktan sonra onlara, bu apaçık düşmana karşı durduğumuz için iyi ve kutsal olduğumuz duygusunu aşılıyoruz ve zihinlere, bu düşmana karşı çıkan herkesin iyi olduğu yanılgısını kazıyoruz! Gerçi düşman, kendi gibi kötü bir tarafa düşmanlık ediyor ve düşmanın düşmanı ondan daha kötü olabilir. Zira kötüler arasında da husumet doğabilir ve illaki çatışmanın taraflarından birinin iyi, diğerinin kötü olması gerekmez. Sadece iki iyi taraf arasında bir husumet doğmaz.
Mağdur ve zafer ikiliği
1967 Savaşı’ndan sonra Arap entelektüeller arasında Arapların savaşa dair düşünce yapısında bir sarsıntı meydana getirmeye dönük tartışmalar başladı ve savaşlarda zaferin ezgiler ve hamasi söylemlerle gerçekleşmeyeceği vurgulandı. Ve savaş bilimsel planlamaya konu haline geldi. Yani bilim ve bilgiyle çatışan fikirlerin hâkim olduğu ve işlevi toplumları cahilleştirmek olan diktatörlüklerin yönettiği toplumlardan mustarip olduğumuz için savaşları kaybetmemiz normaldi. Ama bu tartışmalar bile kültürel, siyasi ve hatta eğitimli seçkinler arasında savaşa ve onun ekonomiye ve topluma maddi manevi maliyetine dair yeni bir düşünce biçimi oluşturamadı.
22 Kasım’da Han Yunus’ta İsrail uçakları tarafından yıkılan bir evin enkazı etrafındaki Filistinliler (Reuters) Savaş, tek bir mantık tanır. Bu mantık da savaşları kazananın tarih yazdığı, kaybedenin ise galibin şartlarını kabul etmek zorunda olduğu düşüncesine dayanır. Dolayısıyla tarih, savaştan muzaffer çıkanı yazar. Uluslararası bir hukukun olmadığı ve büyük veya güçlü ülkelerin sorgulanamadığı bir ortamda savaşlarda meydana gelen yıkım, soykırım ve cinayet suçları da kınama değil, anma etkinliğine konu olur.
“Sadece 4 günlük bir insani ateşkese varmamız için savaşın 45 günden fazla sürmesi gerekiyor muydu?”
İsrail’in Gazze’ye karşı yürüttüğü acımasız savaşta enkaz altında ailesini arayanları, anasına babasına ağlayan çocukları ve ölümden kurtulduktan sonra şokun etkisiyle sessizce duranları, yakınlarının öldürülmesinin veya yıkıma rağmen bu savaşta direnmelerinin onlar için bir zafer olduğuna inandıramazsınız. Kamera karşısına rahatça kurulup da kararlılığı ve zaferi öven hamasi söylemlerle onların zafer duygularını paylaşan ya da sosyal medya platformlarında Gazze halkının direnişini ve İsrail ordusunun sebep olduğu yıkım ve katliam karşısındaki duruşunu takdir eden birinin onlarla gurur duyması ne anlam ifade ediyor ki!
11 Kasım’da Gazze Şeridi’nin güneyine doğru yol alan Filistinliler (EPA)
Ülkelerin müdahalesiyle sadece 4 günlük bir insani ateşkese varmak için Gazze’ye karşı savaşın 45 günden fazla sürmesi, ölü sayısının 14 binin üzerine çıkması ve yaralı sayısının da 33 bini aşması gerekiyor muydu? İsrail bu ateşkesi kabul etmez de sivillere yönelik askerî operasyonlarını yeniden başlatırsa kınama ve protesto açıklamaları onu durdurabilir mi? Tabi ki hayır.
İronik olan, Gazze halkının kararlılığına dair tezahüratlar yapanların ve onlara zafer elde etmenin ve düşmanları hezimete uğratmanın yolu olarak direnişi öğütleyenlerin durumudur. Bu savaşın, Filistinlilerin savaşı olduğu söyleniyor. Eğer öyleyse ve bu savaşın maliyetini ve mağduriyetini Filistinliler yüklenecekse o zaman onların tarihî meselelerine sempati duymanın ve bunun ticaretini yapmanın ne faydası var?
“İki devletli çözüm”
Pek çok kişinin açıkça sormaya cesaret edemediği soru şu: ‘İki devletli çözüme’ dönülecekse bunca kurbana ve yıkıma gerek var mıydı? Bu çözümün bedelinin Hamas’ın ortadan kaldırılması ve Gazze haritasının yeniden düzenlenmesi olmasını kabul etmek zorunlu mu? Çünkü ‘iki devletli çözümü’ ve Binyamin Netanyahu liderliğindeki bir hükümetle müzakere yapmayı kabul etmek, aslında Netanyahu’nun Aksa Tufanı sonrasında Hamas hareketinin bitirilmesine dair attığı sloganı kabul etmek demek.
“Hamas zorlu seçeneklerle karşı karşıya. Bu seçeneklerin ilki de İsrail’i tanımak anlamına gelen iki devletli çözümü kabul etmek. Peki ama amaç, İsrail’i yok etmek miydi yoksa onu tanımak mı?”
İki devletli çözüm, ortalığın sakinleşmesi için ortaya atılmış olabilir. Ya da İsrail saldırısına son verebilecek bir ateşkesin yolu da olabilir. Ama bu sefer hesaplar farklı. Nitekim Binyamin Netanyahu, Gazze’yi ortadan kaldırmaya çalışıyor. Amacı, İsrail güvenlik teşkilatının gururunun kırılmasının ve caydırma stratejisine bel bağlayan İsrail askerî doktrininin uğradığı şokun sorumluluğunu kısmen telafi etmek.
Hamas’ın ise çok bir seçeneği yok. Ya çatışmaya devam edecek, ki bu mücadeleyi tek başına verdiğini ve kimsenin, hatta onu askerî ve maddi olarak destekleyenlerin bile onun arkasında durmadığını biliyor. Ya da savaşı durduracak siyasi çözümleri kabul edecek ve ardından müzakere masasına oturacak.
Hamas, zorlu seçeneklerle karşı karşıya kalacak. Bunların ilki, İsrail’i tanımak anlamına gelen iki devletli çözümü kabul etmek. İşte bu noktada en karmaşık soruya muhatap olması gerekecek:
İyi de Aksa Tufanı operasyonunun amacı, İsrail’i yok etmek miydi yoksa nihayet onu tanımak mı?
Kaynak: https://turkish.aawsat.com/arap-d%C3%BCnyasi/4688101-yap%C4%B1lamayan-tart%C4%B1%C5%9Fmalar-gazze-sava%C5%9F%C4%B1-sonras%C4%B1na-erteleniyor