Güncel HaberlerMakaleler

ZELAL ŞAN: 8 MART, BİR KUTLAMA DEĞİL, KOLEKTİF BİR İSYAN


Kadınların toplumsal cinsiyet rolleri, yüzyıllar boyunca inançlar, mitler ve ataerkil normlar çerçevesinde şekillendirilmiş; itaat, fedakârlık ve erkeğe hizmet etme beklentileriyle tanımlanmıştır. Feminist söylemlerden uzak, kadınların konumu; mitolojik anlatılar, dini doktrinler ve hukuk sistemleri aracılığıyla pekiştirilmiş, bu durum kadının toplumsal statüsünü derin izlerle biçimlendirmiştir.

Tek tanrılı dinlerde, Havva, Adem’in yalnızlığını sona erdirmek üzere yaratıldıktan sonra yasak elmayı yiyerek insanları cennetten kovdurmuş ve bu anlatı, kadını ilk günahın faili ve itaat etmesi gereken bir varlık olarak damgalamıştır. Antik Yunan mitolojisinde ise Pandora, insanlara felaketi getiren kutuyu açarak merak ve iradenin olumsuz sonuçlarını simgeler. Benzer şekilde, Hindistan’ın Ramayana destanındaki Saty, kocasının ölümünden sonra toplumun baskıları altında kendini ateşe vererek iffetini korumaya çalışırken, Çin metinlerinde kadının erkeğe olan mutlak itaati vurgulanır.

Kadınların hukuki ve ekonomik statüsü de tarihsel olarak erkeklerin gölgesinde kalmıştır. Antik Yunan’daki destanlarda kadınlar, nesneleştirilmiş ve alınıp satılabilen varlıklar olarak tasvir edilmiştir. Bu nesneleştirme, kadının mülkiyet hakları, miras ve hukuk önünde eşit birey olarak kabul edilmemesine yol açmıştır. Kadınların hakları için verilen mücadele, 18. yüzyılda Olympe de Gouges ve 19. yüzyılda Clara Zetkin gibi düşünürlerin katkılarıyla şekillenirken, bugün hâlâ kadınlar ciddi eşitsizliklerle karşı karşıyadır.

Kadınların ekonomik bağımsızlıklarını kazanamaması, kariyer fırsatlarını kaybetmeleri, anneliğin sosyal ve ekonomik haklardan mahrum bırakılması, günümüzün çelişkileridir. Kadınlar, yalnızca resmi sistemler ve ekonomik yapılar tarafından değil, aynı zamanda aile içi şiddet, taciz ve susturulmuş acılarla da sınanmıştır. Kadınların yaşadığı bu eşitsizlikler, toplumsal adaletin eksikliğini gözler önüne serer.

Simone de Beauvoir, İkinci Cins adlı eserinde, “İnsan kadın olarak doğmaz; kadın olmak, toplumsal çevrenin inşa ettiği bir varlıktır” diyerek kadın kimliğinin sosyo-kültürel yapılar tarafından nasıl belirlendiğini vurgulamıştır. Kadının “öteki” olarak konumlandırılması, varlığını ikinci plana iten temel mekanizmadır. Bu yapı, günümüzde de kadınların yaşadığı tavizler, fırsat eşitsizlikleri, şiddet ve ekonomik bağımlılık gibi sorunlarla keskin izler bırakmaktadır. Kaç kadın hâlâ de Beauvoir’ın işaret ettiği “öteklik” kavramıyla mücadele ediyor? Kaç farklı yaşam öyküsü, bu temel yapılandırmanın getirdiği trajediyi tekrar ediyor?

Feminist ekonomi düşüncesi, kadının evde yaptığı emeğin yalnızca bir fedakârlık değil, aynı zamanda üretimin ve toplumun sürekliliğinin temel bir unsuru olduğunu savunur. Kadının evdeki emeği, maasa bağlandığında, modern özgür birey anlayışının ve eşit fırsatlar arzusunun somut bir şekilde pratiğe dökülmesi sağlanabilir.

Kadın bedeni, kapitalist toplumlarda estetik ve tüketim odaklı baskılarla denetlenir. Kadınlara dayatılan estetik standartlar, güzellik algısının sürekli olarak değişen tüketim trendlerine göre şekillendirilmesi, dış görünüşün başarı ya da kabul görme aracı haline gelmesi, kadınların özgürlüğüne vurulan bir başka zincirdir. “Görünüş Tiranlığı” olarak adlandırılan bu baskı, yalnızca bireysel değil, sistematik bir sömürü biçimidir. Kadınlar, iş hayatında, sosyal çevrelerinde veya medya temsillerinde nasıl göründükleri üzerinden değerlendirilmeye başlar, bu da yeteneklerinin ve zekâlarının geri planda kalmasına yol açar.

Dünya genelinde, kadın hakları için verilen mücadeleler, evrensel bir sorunun güncel yansımalarıdır. İran’daki Mahsa Amini protestoları, kadınların zorunlu giyim kurallarına karşı direnişini simgeliyor. Polonya’daki üreme hakları mücadelesi, kadın bedenine yönelik devlet müdahalesinin yol açtığı protestoları gündeme getirmiştir. Latin Amerika’daki artan femicide vakaları ve aile içi şiddet, kadınların yaşadığı yapısal baskının ve adalet sistemindeki eksikliklerin güncel örnekleridir. ABD ve Güney Kore’deki #MeToo hareketi, iş yerindeki cinsel taciz ve ayrımcılığa karşı verilen mücadelenin küresel bir cevabıdır.

Kadınlar, bu mücadelelerde, eşitlik ve adalet talep ederken ekstra ayrıcalıklar değil, yalnızca eşit, adil ve insan onuruna yakışır bir yaşamı hak ettiklerini savunurlar.

8 Mart, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin, kadınların maruz kaldığı sömürünün, tacizin, aile içi şiddetin ve sistematik baskıların hatırlatıldığı bir gündür. Kadınların elde ettiği haklar, erkek egemen düzenin bahşettiği lütuflar değil, milyonlarca kadının kanı, canı, direnişi ve suskun çığlıklarıyla elde edilen kırıntılardır. Kadının “öteki” olarak tanımlanması, tüm bu yapıları doğuran temel mekanizmadır. Gerçek eşitlik, sadece sembolik günlerle değil, kalıcı yapısal değişimlerle mümkündür. Modern özgür birey anlayışının ışığında, feminist ekonominin temeline dayanan bir toplum, kadının evdeki emeğini tanıyarak, adaletin ve eşitliğin temellerini atabilir.

8 Mart, bir kutlama değil; geçmişin acı izlerini, günümüzün çelişkilerini, taciz ve şiddetin gölgesinde susturulan sesleri ve yarının umut dolu adımlarını hatırlatan, sessiz ama sarsıcı bir isyanın simgesidir.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir