ÇevirilerGüncel Haberler

KÜRESAM ÇEVİRİ-BİDEN’IN İLK 100 GÜNÜ: DAHA AVRUPALI BİR ABD; AVRUPA ARTIK DAHA AMERİKAN OLMALI MI?


Elcano Kraliyet Enstitüsünden görevli Miguel Otero-Iglesias ve Federico Steinberg tarafından kaleme alınan analiz önemli mesajlar içeriyor. ABD Başkanı Joe Biden’ın, Beyaz Saray’daki ilk 100 gününde yaptıklarını ve gelecekte yapacaklarını değerlendirdiler. ABD’nin daha fazla Avrupalılaşması (AB kapsamında) ve Avrupa’nın da biraz Amerikalılaşması yani iki blokun birbirine yakınlaşması gerektiğini belirtiyorlar. Biden’in bu çerçevede yaptığı açıklamaları, birçok kişi tarafından ‘devrimci’ hatta ‘neo liberalizmin tabutuna son bir çivi çakma’ olarak değerlendirildi. İsglesias ve Stenberg tarafından yapılan analiz AB-ABD merkezli küresel dünyanın geleceğine dair bir kısım ip uçları veriyor.

“Biden Yönetiminin önerdiği, kamu harcamalarını artırmak, altyapıyı elden geçirmek, eşitsizliği ve yoksulluğu azaltmak, bunun için hem yurt içinde hem de yurt dışında oranlı olarak vergileri artırmak gibi öneriler aslında Franklin D.Roosevelt’in 1930’ların ‘Yeni Anlaşmasının’ bugünü hali denebilir. Bunun anlamı ABD ekonomisinin Avrupa sosyal piyasa ekonomisi modelinin temel ilkeleriyle yakınlaşması girişiminden başka bir şey değildir. Yani, dijital sistem içinde yeni bir sosyal sözleşme yaratmaya çalışmak için devletin ekonomideki rolünü artırma çağı denebilir. Geçmişte Washington’un karşı çıktığı bugün Demokrat Parti’nin üzerinde uzlaşarak uygulamaya başladığı birçok mesele, AB veya üye devletlerinin çoğu tarafından gerçekleştirilmişti.

Biden gibi Avrupalı görünen bir Başkanı anlamak için yayınladığı programını beş farklı prizma aracılığıyla analiz etmeye değer: (1) teorik-analitik; (2) malzeme; (3) kavramsal; (4) ekonomi politikalar ve (5) jeopolitik. Bunları belirledikten ve dünya çapında ekonomi politikasında yeni bir fikir birliği oluşturmaya olan etkisini araştırdıktan sonra, hiper-küreselleşme çağının ölüm çanını çalmaya başladı. Daha gelişmiş refah devletine sahip (ve açıkça iyileştirilmeye ihtiyaç duyan) Avrupa’nın, bazı politikaları açısından da “daha Amerikalı” olması gerektiğini göreceğiz.

Nelerin olup bittiğini inceleyerek başlayalım. Açık olmasa da devlet ve piyasa tamamlayıcıdır ve birbirine bağlıdır. Pazar, kurumsal bir alt tabaka olmadan işleyemez ve devletin yenilik ve zenginlik yaratmak için piyasa sistemine ihtiyacı vardır. Bu durum Çin’in kapitalizminin de tamamen benimsediği bir şeydir.

Bununla birlikte, yüzyıllar boyunca, az ya da çok düzenleme, vergilendirme ve yeniden dağıtım biçimindeki devlet ile piyasa arasındaki denge değişti. Geçtiğimiz 150 yıl, 19. yüzyılın sonlarındaki ‘yaban kedisi kapitalizmine’ vahşi kapitalizme tanıklık etti. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da sosyal piyasa ekonomisinin temellerini atan Keynesçilik, New Deal ve Alman “ordoliberalizm” ile devlete daha fazla vurgu yapıldı. 1980’lerde ortaya çıkan ve Sovyet bloğunun çöküşünden sonra egemen ideoloji olarak daha da güçlenen Reagan ve Thatcher önderliğindeki neoliberal devrim yani ‘sorun devlet, çözüm Pazar’ politikası uygulandı.

Tüm bu büyük dönüşümler uluslararası ekonomik sahnede yansıtıldı: altın standardı ve İngiliz egemenliği altındaki serbest ticaret; iç siyasi politikaya özerklik vermek ve daha etkin bir şekilde yeniden dağıtım yapmak için sermayenin hareketine kısıtlamalar getiren Bretton Woods anlaşması uygulandı. Sovyet bloğunun çöküşünün ardından önemli bir mali bileşenle hiper-küreselleşme süreci başladı. Ancak Karl Polanyi’nin 1944’teki Büyük Dönüşüm’de açıkladığı gibi, piyasa faaliyet gösterdiği sosyal sistemden koptuğunda, ekonominin dış dengesini (düşük enflasyon, dengeli bir bütçe ve uyumlu bir ödemeler dengesi) sürdürme saplantısı şu anlama gelir: halkın talepleri duyulmuyor ve eşitsizlik modelin meşruiyetini yitirecek boyuta ulaşıyor; Barışçıl veya şiddet içeren, ancak önlenemeyen bir düzenlemeye giden yolu açan iç siyasi güçler ortaya çıkar. Bu, ‘çifte hareket’ veya ‘sarkaç etkisi’ olarak bilinen şeydir. Bu, ‘bırakınız-yapsınlar’ ve deregülasyon döneminin, daha büyük bir halk müdahalesi ve katılımı içeren bir başkası ile başarılı olduğu anlamına gelir. Kapitalizmin çeşitleriyle ilgili literatürün önerdiği gibi, AB’de (Nordik, Almanya veya Akdeniz tezahürlerinde) devlet katılımı azalmış olsa da  her zaman daha fazlaydı ve şimdi ABD bu yola geri dönüyor.

Bu teorik görüşü gerçeklikle birleştirmek, gelişmiş ülke nüfusunun önemli bir kısmının maddi koşullarının, özellikle 2008’deki küresel krizden ve onu izleyen kemer sıkma politikalarından bu yana, şimdi COVID-19’un ekonomik sonuçlarıyla birleştiğinden beri nasıl giderek kötüleştiğini gösteriyor. Son yıllar muazzam bir büyüme görüldü ve birçok gelişmekte olan ülke için oldukça olumlu oldu. Diğer faktörlerin yanı sıra, özellikle Doğu Asya’daki eyaletler ve pazarlar arasında daha iyi bir denge oluştu. Ancak büyüme son derece eşitsiz bir şekilde dağıtıldı. Eşitsizlikteki bu artışa ve hepsinden önemlisi, kısmen iş güvencesizliğine bağlı olarak, zengin ülkelerde sosyal hareketlilik ve fırsat eşitliğindeki azalma, ‘Batı’nın düşüşünden’ kaynaklanan hayal kırıklığı ve kimlik temelli ve ulusal siyasette yerlileştirici tartışmalar, devletin daha koruyucu bir rol oynaması için halk çağrılarının önünü açıyor. Bu, Büyük Durgunluğa (2008-10) kadar uzanıyor, ancak şimdi COVID-19 ile hem K şeklinde bir iyileşme olasılığı (kazananlar ve kaybedenlerle) hem de korunma ihtiyacı (tıbbi ve ekonomik) kaçınılmaz olarak devlete daha büyük bir rol biçiyor.

Ancak Keynes’in Genel Teorisinin sonunda önerdiği gibi, siyasetin ortaya çıktığı zihinsel çerçeveler gerçekliği değiştirmek için çok önemlidir; Neyin mümkün ve kabul edilebilir olduğunu tanımlarlar ve sürekli olarak değişirler. Ayrıca her zaman, değişen maddi koşulların zeminine karşı, daha sonra ekonomik değişim politikalarını sürdüren ve onlara meşruiyet kazandıran bu “devrimci” fikirlerin temelini oluşturan bir akademisyen vardır. Tıpkı Robert Lucas ve Milton Friedman’ın muhafazakâr devrimin kavramsal temellerini atması gibi.  Aynı şekilde Piketty ve Zucman (ikisi de tesadüfen Fransız) ve onlardan önce Rodrik, Stiglitz ve Krugman gibi yazarlar, kamusal tartışmanın merkezinde yer alan eşitsizlik ve vergi kaçırma ve daha da önemlisi, bunu sistem karşıtı bir radikalizm değil, “ekonomi mesleği” içindeki resmi modeller kullanarak yaptılar. Benzer şekilde, Nick Stern ve William Nordhaus’un katkıları, iklim değişikliği sorunlarını ve olası çözümlerini ekonomi araştırma gündemine koymaya yardımcı oldu.

Financial Times’tan Martin Wolf ve Martin Sandbu gibi gazeteciler ekonomik fikirlerini küresel seçkinler arasında yaymak için gösterdikleri çabalar sayesinde, IMF, OECD ve AB gibi kuruluşlar, onları, yavaş yavaş benimsedi.  Sonuç olarak, 20 yıl önce radikal olan (çevre vergileri, finansal işlem vergileri, dünya çapında asgari kurumlar vergisi ve genel olarak, demokrasinin temellerini baltalayan eşitsizlikten kaynaklanan toplumsal parçalanma tehlikesini kabul etmek), bugün mükemmel bir şekilde kabul edilmiş politikaları oluşturmaktadır. Örneğin, daha önce neoliberal düşüncenin kalesi olarak kabul edilen IMF, en yüksek gelirli sınıflara uygulanan vergilerin artırılmasını önerdi.

Bu da bizi Biden’in bu ilk 100 günde gerçekten başardığı şeye ve siyasi programının uluslararası ekonomi politikası üzerindeki etkisine getiriyor. 70 milyondan fazla Amerikalının Trump’a oy verdiğinin farkında olan Başkan, ABD ekonomisi ve toplumundaki iç uçurumların kapatılması gerektiğine ikna olmuş görünüyor. Bu uçurumlar Avrupa’dakinden daha büyük çünkü burada hala daha kapsamlı refah devletleri ve krizin etkisini dengeleyen otomatik istikrar mekanizmaları var. Demokrat Partiyi destekleyen birçok aydının desteklediği ve  Biden’in gündemleştirdiği ‘Daha İyiyi İnşa Et’ sloganı, ülkeyi kutuplaşmaktan çıkaran ve ABD toplumunu daha Avrupalı hale getiren sosyal sözleşmeyi yeniden müzakere etme arzusunu yansıtıyor. Daha az eşitsizlik, daha fazla vergi yükü, küreselleşmenin ve teknolojik değişimin ‘kaybedenlerine’ daha fazla destek, daha iyi altyapı ve fırsat eşitliğini artıran ve sosyal yürüyen merdiveni tekrar faaliyete geçiren bir sağlık ve eğitim sistemi olan bir ABD yaratmak. Avrupa’nın da 21. yüzyıla uyarlamak için reform yapması gereken tam da bu sosyal piyasa ekonomisi modelidir.

Son olarak, Çin ile jeopolitik düzeyde rekabet edebilmek için de bu iç dönüşüm gereklidir. Biden, Rusya ve Çin gibi daha otoriter sistemlerin aksine liberal demokrasilerin sosyo-ekonomik modelini savunmaya ve teşvik etmeye devam etmek için ABD’nin bir kez daha küresel girişimlerin başına geçmesinin yeterli olmadığının farkındadır. Paris İklim Değişikliği Anlaşmasına geri dönüş, G20’nin yeniden faaliyete geçirilmesi, IMF’nin Özel Çekme Haklarının uzatılması (gelişmekte olan ülkelere likidite sağlamak için 650 milyar ABD doları), OECD’deki iş birliği, daha fazla kurumlar vergisi ve DTÖ’nün başına Yeni Genel Müdür’ün (Nijeryalı Ngozi Okonjo-Iweala) atanması ile DTÖ içindeki sorunların kısmen çözülmesi önemlidir. Ancak en büyük çaba, ortalama bir ABD vatandaşının yaşam standardını iyileştirmeye odaklanmasıdır. Biden, bunu ancak ülkenin sosyal ve ekonomik sorunlarının üstesinden gelmek için (enflasyona neden olma riski altında olsa da) ‘ekonomiyi harekete geçirerek’ başarabileceğini ve böylece bazı Cumhuriyetçi seçmenleri kazanarak ve iki yıl sonra yapılacak ara seçimlerden sonra popülaritesini koruyarak başarabileceğini düşünüyor. İki yıl içerisinde bunu başaramazsa Demokratlar çoğunluğu kaybettiğinde Obama’nın başına gelen bir şey olabilir.

Bu durum ABD’nin Avrupa modelinin bazı yönlerini benimsemek anlamına geliyorsa, aynı modeli Avrupa’da büyük güçler arasındaki yeni rekabet çağına uyarlamak gerekebilir. Avrupalıların sadece harcama yapmak yerine reform yapma ihtiyacı ve paranın verimli bir şekilde harcanması için harcandığında ısrarı sürdürülmelidir. “Daha İyiye Dönün”, kamu kaynaklarını olabildiğince etkili bir şekilde kullanmayı ve gözetim mekanizmaları oluşturmayı içerir. Ancak bu da, dağıtım öncesi koşulların iyileştirilmesini ve daha fazla fırsat eşitliğinin sağlanmasını gerektirir; bazen daha az, daha fazla değil, düzenleme gerektiren bir şey (örneğin, şirketlerin yaratılması ve birleştirilmesinin kolaylaştırılması): daha fazla ve daha iyi, ancak daha fazla yeniden dağıtım aerodinamik ve daha az bürokratik yönetim; ve daha yakın kamu-özel sektör işbirliğini ve ayrıca Yeni Nesil AB fonlarından yararlanabilecek sınır ötesi projeleri gerektiren dijital devrim için bir sanayi politikası geliştirmek (burada Avrupa’nın DARPA gibi ABD inovasyon programlarından öğreneceği çok şey var). Bu gibi bölgelerde Avrupa daha Amerikan hale gelmeli ve böylece kendi çifte hareketine ivme kazandırmalıdır. Emrinde dünyanın ikinci en önemli para birimine sahip olduğundan, bunu yapmamak tarihi bir hata olur.”

Makale İspanyolcadan İngilizceye çevrilmiştir. Tarafımızdan İngilizce aslına bağlı kalınarak çevrilmiştir.  

 

Kaynak: https://www.eurasiareview.com/11052021-bidens-first-100-days-a-more-european-us-should-europe-now-become-more-american-analysis/