Yargı siyaset ilişkisi Türkiye’de her zaman tartışmalı bir konu olsa da son 20 yılda bu durum daha da ivme kazandı. Özellikle 12 Eylül 2010 referandumunun ardından kuvvetler ayrılığı ilkesi rafa kaldırıldı. Siyasetin yargı üzerindeki tahakkümü sonucunda ülkedeki adalet ihtiyacına göre değil siyasi erkin ihtiyaçlarına göre hukuk şekillendirildi.
Ünlü bir söz var: “Kadıyı satın aldığın gün adalet ölür, adalet öldüğünde devlet ölür.”
Birinci olay;
1894 yılında Paris’te bir çöplükte mektup bulunur. Alman askeri ataşeliğine hitaben yazılan imzasız mektupta, Fransa’ya ait gizli kalması gereken bilgilerin Almanlara verileceği vaad edilmektedir. Şüpheler, Fransız Genelkurmayı’nda bir subay olan Yüzbaşı Alfred Dreyfus üzerinde toplanır. Mektuptaki yazı, Yüzbaşı Dreyfus’un el yazısına benzetilmiştir. Bundan başka maddi her hangi bir kanıt yoktur. Hazırlık soruşturmasında aleyhinde başka delil bulunmamasına rağmen Yüzbaşı Dreyfus yargılanır ve ömür boyu hapse mahkum edilir. Bu olay Fransa’da Dreyfus’un Yahudi kimliğinden dolayı yargılama olmaktan çıkıp, toplumsal bir linçe dönüşerek ülkede bir antisemitizm dalgasının yükselmesine de yol açar. Mahkumiyet kararından iki yıl sonra Yüzbaşı Dreyfus’un karısının konuyu gündemde tutması sonuç verir ve 1896’da yaşanan bir olay gerçeği gün yüzüne çıkarır. Yapılan araştırmalar sonucu mektuptaki yazının Fransız Binbaşı Easterhazy’ye ait olduğu anlaşılır. Kamuoyu baskısıyla Binbaşı Easterhazy yargılanır. Yalnızca iki gün süren yargılama sonunda Binbaşı Easterhazy oybirliğiyle beraat eder. İşte burada aydın olmanın sorumluğuyla hareket eden büyük yazar Emile Zola Cumhurbaşkanına hitaben “Suçluyorum” başlıklı açık mektup yazarak tarihteki onurlu yerini alır. Mektupta, Cumhurbaşkanı bu olaydan dolayı suçlanmakta, Fransız Genelkurmayı’ndaki askeri hakimlerin görevlerini kötüye kullanarak suç işledikleri yer almaktadır. Yazılanlar, ülkede büyük yankı uyandırır. Bazı akademisyenler ve profesörler Zola’nın mektubunu destekleyen bir bildiri yayınlarlar. Öte yandan Zola’ya da orduya hakaretten dava açılır. 1898’de yapılan yargılama sonunda Binbaşı Easterhazy suçunu itiraf eder ve cezasını çekmek için gönderildiği adada intihar eder. 1906 yılında Yüzbaşı Dreyfus davadan beraat eder. Sökülen rütbeleri yeniden takılır. Hatta 1.Dünya Savaşı’nda ülkesi için savaşır. Adaletin geç gelmesi Dreyfus davasının Fransız hukuk tarihine kara bir leke olarak geçmesine engel teşkil etmemiştir.
İkinci Olay ;
Yıl 1974, İngiltere’nin Gylford kentinde üst üste patlamalar meydana gelir. Saldırılarda 5 kişi hayatını kaybeder. Bombalı saldırıları İrlanda Kurtuluş Örgütü’nün (IRA) gerçekleştirdiği kesindir. O dönem marjinal bir genç olan Gerry Conlon, saldırının gerçekleştiği gece bir kadının evini soyar ve İrlanda’ya döner. Eve dönüşünden bir süre sonra İngiliz terörle mücadele timleri Conlon’un evini basıp gözaltına alır. Suçlama IRA adına bombalı saldırılarda bulunarak 5 kişiyi öldürmek. Conlon, dört arkadaşıyla birlikte işkenceli ve ağır sorgulardan geçer. Sonunda dayanamaz ve polis tarafından yazılan düzmece ifadeye imza atmak zorunda kalır. Conlon’un tek suçu İrlandalı olmasıdır. Yapılan yargılama sonunda 30 yıl hapis cezasına mahkum olur. Olayı araştıran ve dindar bir katolik olan baba Guiseppe Conlon da tutuklanır ve oğluyla aynı hücreye atılır. İngiliz polisi daha sonra halası ve başka yakınlarını da tutuklar. Baba Guiseppe Conlon bir süre sonra cezaevinde hayatını kaybeder.
Oğul Conlon babasının ölümünü şu sözlerle anlatacaktır; “Ben masum bir adamım. Yapmadığım bir şey için 15 sene yattım. Yapmadığı bir şeye rağmen bir İngiliz hapishanesinde babamın ölümünü izledim ve bu hükümet hala onun suçlu olduğunu iddia ediyor. Onlara, babamın suçsuzluğu ispatlanana kadar, bu davada yer alan herkesin suçsuzluğu ispatlanana kadar, gerçek suçlular adalet önüne getirilinceye kadar savaşımı sürdüreceğimi söylemek istiyorum. Babam ve hakikat adına….”
“Babam ve hakikat” adına cümlesi daha sonra beyaz perdeye uyarlanarak “Babam Adına” (In the name of the father) filmine konu olacaktır. 15 yılı hapiste geçen Conlon, verdiği hukuk mücadelesini kazanır. Adalet yine geç gelmiştir. 2005 yılında İngiltere Başbakanı olan Tony Blair’in 30 yıl sonra İngiltere devleti adına gelen özrü de bu olayın İngiliz hukuk tarihine utanç vesikası olarak geçmesine engel olamamıştır.
Günümüze dönersek; Demirtaş, HDP’li belediye başkanları, HDP’li milletvekilleri ve cezaevlerinde haksız, hukuksuz yere tutulan yüzlerce insana yapılanlar da bu ülkenin hukuk tarihine kara bir leke olarak geçecek, hukuk fakültelerinde “adalet nasıl uygulanmaz” başlığıyla ders olarak okutulacak niteliktedir.