Türkiye’de Kürt sorunun tartışıldığı bir sürecin içindeyiz. Bölgesel gelişmeler ve özellikle yaşadığımız coğrafyada ortaya çıkan devasa gelişmeler özellikle Ankara’yı ciddi oranda etkilemeye başladı. Devlet, kendi politik geleceği için bir bakıma yeni arayışlara girmek zorunda kaldı.
Ankara, ortaya çıkan gelişmelerin merkezinde Kürt sorununun olduğunun farkındadır. Bu nedenle Öcalan’ın bölgede Kürt siyasal güçleri üzerindeki etkisini bilen devlet, zorunlu ve hatta istemeden İmralı’nın kapsını çaldı. Devlet ile Öcalan arasında yapılan görüşmeler sonucunda somut gelişmeler yaşandı.
Kürt tarafı, devlet üzerindeki politik baskısını arttırmak, Öcalan’ın elini güçlendirmek ve sorunu engelleyen değil çözen taraf olduğunu göstermek, devletin olası bahanelerini ortadan kaldırmak için ‘silahlı mücadeleyi sonlandırma kararı alıp bunu uygun pratik adım atarak hem uluslararası ve bölgesel hem de Türkiye’nin iç kamuoyuna çok net mesajlar verdi. Devlet henüz beklenilen ve ciddiye alınabilir adımlar atılmış değil. Şuana kadarki en somut adım ise Komisyonun kurulmasıdır.
Komisyon için en ciddi tartışma CHP’de yaşandı. Özgür Özel ve İmamoğul’nun Komisyonda yer almaya dair yaptıkları olumlu açıklamalar Özel üzerinden hem CHP içinde hem de CHP dışında ciddi bir baskı oluşturuldu. Bütün politik baskı ve şantajlara rağmen CHP Genel Merkezi ‘Komisyonda’ yer alarak hem AKP’nin planını bozdu hem de çözüm sürecine dahil olma iradesini göstererek Kürt seçmeniyle kurduğu bağı korudu hatta gelişmesine nesnel bir zemin hazırladı.
Kürt sorunun çözümüne ilişkin tartışmalar artarken çözüme karşı olanlar “Türkiye’deki aydınlardan imza kampanyası” ile kamuoyuna bir açıklama yaptılar. Ana başlık ise ‘Ülkemizin uçurumdan yuvarlanmasına izin vermeyeceğiz.” Açıklamanın özeti;“Türkiye Cumhuriyeti’nin, Lozan Anlaşması’nın sorgulanmasını; mevcut sınırlarımızın tartışılmasını; yeni-Osmanlı hayallerini, Türkiye İmparatorluğu gibi gayrimeşru adlandırmaları, ümmetçiliği, etnik ve mezhepsel kimliklere dayalı siyasal yapı ve kurumları istemiyoruz. Barış ve kardeşlik ve de bağımsız ve laik bir ülke, eşitlikçi bir düzen, planlı bir ekonomi istiyoruz.”
Kürtleri düşman kategorisinde görenler
Bu açıklamayı imzalayan ‘aydın, yazar, gazeteci, akademisyen, sanatçı, politikacı’ gibi sağdan sola yer alanların ortak politik iradesinin özeti: ‘Tek vatan, tek millet, tek bayrak, tek dil’ olarak tanımlanabilir. Emekli Tümgeneral Ahmet Yavuz, Aytunç Erkin, Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu, bütün benlikleriyle Kürtlerin varlığını inkar eden, Kürtlerin demokratik-toplumsal haklarının verilmesine mutlak olarak karşı duranlar olarak biliniyor. Bunların Lozan Anlaşmasının sorgulanmasına karşıyız’ tanımlanmasının arka planı, Kürtlerin toplumsal ve politik bir güç olmalarına her koşulda karşı çıkmalarındandır. Kürtlerin kimlik varlığını her koşulda reddeden ve bunları talep edenlere karşı topyekun tasfiye politikasını dayatan ve savunanlar olarak biliniyor. Bunların açıklamaları kimseyi şaşırtmaz, politik kimlikleri biliniyor. Erdoğan’ın bugün devam eden süreci durdurması karşılığından yeniden cumhurbaşkanı olmasını desteklerler. Bunların tek stratejisi ve tek talepleri: Kürtlerin ne İran, Irak ve Suriye’de ne de Türkiye’de politik bir statü elde etmemeleridir. Başka bir hedefleri ve amaçları yoktur. Kürtlerin tasfiyesi ve politik güç olmamaları karşılığında, AKP’ye her türlü politik tavizi verirler.
Devrimci-Sosyalist görünümlü sosyal-şoven kimlikler
Ataol Berhamoğlu, Kemal Okutan(TKP Genel Sekreteri), Enver Aysever, Merdan Yanardağ, Necdet Saraç, Nihat Behram gibi kendisini ‘devrimci ve sosyalist’ görenlerin, ırkçı-milliyetçi olan kesimlerle aynı açıklamaya imza atmalarının arka planında her iki tarafın aynı ideolojik-politik çizgide buluşmalarıdır. Örneğin Ataol Berhamoğlu, kendisini devrimci-sosyalist görenlerin dilini ve ruhuna tercüman oldu: “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür,” 1982 Anayasası (m. 66). Bunların bir kısmı 1882 Anayasasının baş mimarı olan darbeci faşist Kenan Evren ve generaller tarafından tutuklanan, işkence gören, cezaevine konulan, sürgüne gitmek zorunda kalanlar olmasına rağmen 12 Eylül 1980 darbeci generallerin faşist anayasasını ‘büyük’ bir kararlılıkla savunuyorlar. Ataol Berhamoğlu’nun daha ‘cesurca’ savunduğu Anayasanın 66.maddesinin özü; Kürtlerin varlığını inkâr etmek ve yok saymaktır. 1982 faşist Anayasasının 66.Maddesini savunan Nihat Berham’dan Enver Aysever’e kadar geniş bir yelpazeyi oluşturanları sosyalist-devrimci olarak değerlendirmek yanlıştır. Bunlar esasen sosyal şovendirler. Bunların bilincinde şovenizm ve ırkçılık her zaman saklı durur. Kürtlerin demokratik haklarının verilmesi, Kürt çocuklarının ana dilinde eğitim yapmaları, Kürt kimliğinin anayasal bir statüye kavuşturulması, Kürtlerin kendi bölgelerinde kendilerini yönetmeleri, hatta yerel yönetimlerin güçlendirilmesi gibi talepleri kesin olarak karşı çıkarlar. Türkiye sol hareketinin çok küçük bir grubu dışında tutulduğunda yani önemli bir kesimi ‘Türk Devletinin Kurucu İlkeleri’ni sarsılmaz bir şekilde savunurlar.
Devletin Kurucu İlkeleri olarak bilinen ve inkar-asimilasyonu oluşturan ‘tek millet, tek dil, tek devlet, tek vatan’ yani 4 ilkeye sıkı sıkıya bağlıdırlar. Bu dört ilkenin politik yorumu da: Başta Kürtler olmak üzere bütün etnik ve ulusal kimliklerin ve inanç gruplarının yok sayılması ve tasfiye edilmesidir. Türkiye’de faşizmin politik özeti: Dört Tek( millet, devlet, dit, bayrak) ilkedir. Bu sosyal-şoven gruplar Türkçülüğün Anadolu’da ve Mezopotamya’da egemen kılınması ve ‘ulus’ devletin yaratılması için Kürtlerin çok yönlü tasfiyesine koşulsuz onay verdikleri biliniyor.
Örneğin “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür açıklamasını yapan Berhamoğlu söz konusu bildiriyi imzalarken, Kürtler için ‘eşitlik’ ilkesini savunmadığını söyleyebiliriz.
Bildiri statükoda ısrar edilmesini savunuyor
Bildiriyi imzalayanlar değişen politik ve küresel ilişkilere ve dengelere göre sistemin yeniden tanımlanmasına ve gerektiğinde değiştirilmesine kesin olarak karşıdırlar.
Lozan’ın sorgulanmasına’ karşıyız derlerken esasen ‘Kürtlerin etnik kimliğine, demokratik taleplerinin karşılanmasına karşı çıkmaktadırlar.
‘Ümmetçiliği, etnik ve mezhepsel kimliklere dayalı siyasal yapı ve kurumları istemiyoruz’ açıklamasının özü Kürtlerin politik ve toplumsal haklarının verilmesine karşı bir tepki olduğu çok açıktır. ‘Etnik ve Mezhepsel Kimliklere’ karşı olanlar, Anayasada yer alan ‘herkes Türk’tür’ maddesini etnik bir ayrımcılık olduğunu görmezler. Ancak Kürtlerin ve diğer etnik grupların Anayasada tanımlanması ‘etnik’ ayrımcılık olarak tanımlıyorlar. Türk devletinin Diyanet İşler Başkanlığı üzerinden toplumun tamamını Sünni-İslam kimliğiyle tanımladıklarını görmezler ama Alevilerin inançsal haklarının Anayasada tanımlanmasını ‘mezhep’ ayrımcılığa yol açacağı iddiasıyla karşı çıkmaktadırlar.
Bildiride ‘laik ülke’ tanımlaması geçmişten beri Türkiye Cumhuriyeti’nin laik bir devlet olduğu vurgusunu içeriyor. Halbuki Türkiye Cumhuriyeti ‘dini İslam’ olan bir devlettir ve hiçbir zaman laik olmadı. Bu bakımdan ‘Türkiye laik kalacaktır’ söyleminin tarihsel bir karşılığı bulunmuyor
Bildiri de ‘eşitlikçi bir düzenden’ kastedilen ise ne Kürtlerin ne Alevilerin ne de diğer toplumsal grupların demokratik talepleridir. Ancak bunlar politik gerçeklere ve toplumsal değişime gözlerini kapatsalar da Kürtlerin politik taleplerinin karşılanmadığı eşitçiliği esas alan bir düzen kurulmaz.
Bildiri yuvarlak cümleler içermesine rağmen İmzacıların tamamı:
- Kürt Politik Hareketini ‘terörist’ olarak görüyorlar ve çözüm sürecine esasen karşıdırlar.
- PKK’nin devletle müzakere içerisinde silahları bırakıp, kendisini feshederek, Türkiye’de politik alanda siyaset yapmasını bir beka sorunu olarak görmektedirler.
- Öcalan’ın politik lider olarak muhatap almasına her şart altında karşıdırlar
- Kürtlerin ve Alevilerin Anayasal vatandaşlık taleplerine esastan karşıdırlar
- Lozan tartışılamaz cümlesinin esası, üniter-ulus devleti savunup Anadolu ve Mezopotamya’daki bütün etnik ve inanç grupları yok saymaktadırlar.
- Kürtlerin bölgede politik-toplumsal bir statü elde etmeleri, sınırların değişmesine yol açabileceği kaygısıyla Suriye’de kazandıkları özerk statünün dağıtılması için her askeri ve politik adıma destek verirler.
Sonuç; Ortadoğu coğrafyasında değişim kaçınılmazdır. Sınırların değişimi dahil olmak üzere bu süreç başladı ve devam etmektedir. Bu değişimin Ankara’yı da her koşulda etkileyecektir. Türkiye, bölgesel ilişkilerde bir güç olmak istiyorsa öncelikli olarak Lozan’ı aşmalı ve yeni toplumsal ve politik koşullara uyan bir strateji geliştirmelidir. Kürtler, değişen bölgesel ilişkilerde yeni bir politik güçtür. Ankara, Kürtlerin bölgesel güç olma sürecine girdiğini görerek hareket etmelidir. Kürtlerle sorunlarını çözen ve bölgede ittifak kuran bir Ankara kazanır. Kürtlerin Ankara ile sorunlarını çözmesi de Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından önemli bir halkadır. Bu nedenle Bildiriyi imzalayanların ırkçı-milliyetçi söylemleri Ankara’yı dağıtır ve Türkiye’yi böler. Devletin de bu gerçeği görmesi gerekir.