Makaleler

ÇETİN ALKAN – RİSK TOPLUMUNDA KAOS, EMEK VE ÜRETİM


Sınıflı bir toplum her yönüyle risk ve kaos toplumudur. Riskli olması, modern toplum olarak adlandırılan kapitalizmin çelişkilerinden kaynaklanır. Toplumun kaos içinde olması da ekonomik kaynakların paylaşılması sorununun çözülememesi anlamına gelir. Modernizm ve post modernizm gibi kavramlaştırmalar, risk ile kaosu manipüle ederek demokrasi maskesi altında gerçek sömürüyü gizler. Risk toplumu denildiğinde, akıllara hemen ‘özgürlük-güvenlik’ tartışmasını akla getirir. Bu tartışma halen günümüzde devam etmektedir. Risk toplumunu tanımlayabilecek yeterli bir işleve sahip tartışma değildir. Ancak özgürlük-güvenlik tartışması makalemizin ana teması olmadığı için burada tartışmayacağız.

Ulrich Beck’e (2011) göre, riskin sınıflı toplumda ki dağılımı iki şarta bağlıdır. Gerçi, Beck risk dağılımını, ‘sınıflı toplum’ ifadesini kullanmadan açıklar. Onun ileri sürdüğü şartlar;

1.Teknolojik faaliyetler, hukuki yaptırımların ve toplum refahının güvenceye alınması riskini azaltır.

2.Üretimin büyümesi, üretim sürecinde ki potansiyel tehlikeler toplumdaki sosyal dokuyu hasara uğratır.

Görüldüğü gibi, toplumda risk dağılımının bağlı olduğu şartlar, karşıt şartlar olarak gösterilmektedir. Birinci koşula göre, teknolojik ve hukuki gelişmeler, toplumun güvende olmasını sağlar. Diğer bir deyişle, toplumda kaosun ortadan kalkması, teknolojik üretime ve sömürüyü koruyan yasalara indirgenmiştir. Gerçekte ise Beck’in ileri sürdüğü koşul revizyonist bir bakış açısıdır.

İlk bakıldığında Beck’in ortaya koyduğu algı, doğru bir algı izlenimi yaratabilir ve hukukun toplumsal ilişkileri düzenleyen sistem olarak, vatandaşların haklarını koruduğu izlenimi yaratır. Onun bakış açısına göre, toplumdaki kaos, teknolojik gelişmeler ve hukuki yaptırımlarla toplumdaki eşitsizlik sona erebilir. Bu revizyonist öngörü, sadece tanımlayıcı bir öngörü olup açıklayıcı bir niteliğe sahip değildir. Kaos’un gerçek nedeni olan özel mülkiyetin rolü, ucuz emek kullanımı ve üretimdeki artı değerin rolünü ön plana çıkarmaz. Örnegin, çürümüş bir duvarın sorumlusu, kullanılan malzemelerinin (özel mülkiyet & sermaye) niteliği ve niceliği değil, duvarı yapan işçilerin sorumsuzluğudur (işçi sınıfı). Daha pratik bir örnek verecek olursak, revizyonist yaklaşım, boyası dökülmüş nemli rutubetli bir duvarı defalarca yeniden boyamaya benzer.

İkinci koşulda ise toplumda risk dağılımın eşitsizliği üretimin büyümesi ve fazladan üretim ile ilişkilendirilmektedir. Beck’in bu yaklaşımı, üstü kapalı şekilde de olsa kapitalizm de üretim fazlalığının ve sermaye birikiminin kaçınılmaz şekilde krizlere neden olacağı anlatılmaktadır. Beck, bu nedenle, üretim büyümesinin yaratacağı potansiyel risk olarak sermayenin krizlerine gönderme de bulunur. Adam Smith (1723-1790) Ulusların Zenginliği kitabında sermaye birikimini ‘çalışkanlık ve tembellik arasında ki ornatılama ile açıklar.

Smith’e (2012: 291) göre, ’’sermayenin egemen olduğu yerde, çalışkanlık, gelirin egemen olduğu yerde de tembellik ağır basar.’’ Onun bakış açısına göre, eğer bir toplumda sermaye artışı varsa sanayileşme de ve endüstrileşme de yükselme vardır. Bunun bir sonucu olarak halkın refah düzeyinde artış olur. Smith’in bu politik algısını analiz ettiğimizde, çalışkanlığın nitelikli ve beklenen düzeyde olması işçilerin çalışkanlık adı altında sömürüsünü ifade eder. Burada, Smith’in kategorize ettigi ‘çalışanlar’ın yüceltilmesi ve çalışmayanların ‘ötekileştirilmesi’ gibi yaklaşimi tamamen, toplumsal refah açısından eşitsizligi temsil eder. Kisaca, ekonomik faaliyetlerde olmayan insanlar, toplumun refahını tehdit eden unsurlar olarak gösterilir. Oysa ki ekonomik kaynakların ve iş istihdamının eşitsiz dağılımı Smith’in tezi ile celismektedir. Örnegin, çalışanların işsizlik ile tehdit edilerek ‘’işinizin değerini bilin’ şeklinde motive edici mesajlar verilir.

Ekonomik üretimin büyütülmesi, yani gereğinden fazla üretimin yapılması toplumsal refahın olumlu yöndeki belirleyici değildir. Üretim fazlası kapitalistlerin psikolojik düzeydeki kậr hırsını gösterir. Günlük hayatta gıda üreten işyerlerine baktığımızda gereğinden fazla üretimin yapıldığını görmekteyiz. Üretilmiş olan gıdaların satışından sonra geriye kalan gıdaların çöpe atıldığını biliyoruz. Eğer işverene bu davranışının nedenini sorduğunuzda size direk üretim fazlası gıdaları işyeri ortamında tutamayız, fakir insanlara da ücretsiz veremeyiz, eğer verirsek öyle alışırlar ve biz para kazanamayız kậr elde edemeyiz. Bu örnekten şu gerçekliği ortaya çıkarmak mümkündür; üretici, hangi ürünü üretirse üretsin, psikolojik temeldeki bencilliği ile üretim fazlalığını, ihtiyacı olan insanlarla paylaşamaz ve üretim fazlalığını direk imha eder.

Kapitalistler, sermayelerini büyütme beklentisi ile üretimi ölçüsüz düzeyde büyütür. Büyütülmek istenen üretimin mali yükü, ister istemez sermaye üzerinde baskı yaratarak sermayenin azalması riskini doğurur. Bu çelişkide ortaya çıkan malin ve/veya hizmetin maliyeti, ya işgücü azaltılmasıyla ya da üretilen malın/hizmetin fiyatına yansıtılarak dengelenmeye çalışılır. Fakat bu çözüm, serbest piyasada alım gücünün düşmesi gibi başka çelişkilere yol acar. Dolayısıyla riskin toplumdaki eşitsiz dağılımı, kaosun temellerini hazırlar. Buna bağlı olarak, risk ve üretim çelişkisinden kaynaklanan ekonomi-politik krizler toplumun genelinde korku kültürünün kurumlaşmasını da beraberinde getirir.

Kaos, üretim ve emek toplumsal düzeydeki evrimini temsil eder. Fransızca kökenli bir sözcük olarak kaos, toplumsal yaşamın her alanında karışıklığın ve belirsizliğin ifade edilmesinde kullanılmaktadır. Eğer bir toplumda; ekonomik çalkantılar, politik şiddet, kültürel yozlaşma, sosyal krizler vb belirsizlikler ve karışıklıklar varsa o toplumda kaos vardır. Özellikle ekonomide ve politikada dışarıya bağımlılık kaosun temel belirtileri arasında gösterilebilir. Öte yandan, toplumsal düzeyde kaos, üretim ile ilişkilendirildiğinde ortaya, emeğin kiralanmasında rekabet sorunu çıkmaktadır. Kaos, şartlarında sınıflar düzeyinde çalışma güvenliği ve üretim ile bağlantılı olarak, eğitim sorunlarının çözümü çıkmaza girer. Buna göre, çözümün çıkmaza girmesinin arka planında, yine riskin toplumun genelinde eşitsiz dağılımı vardır. Bu koşulda risk, en yüksek düzeyde işçi sınıfında görülebilir. Beck’e (2011:27) göre, ‘’risklerin büyümesinden ve paylaşımından bazı insanlar [işçi sınıfının bireyleri] daha fazla etkileniyor, yani ortaya toplumsal risk konumları çıkıyor.’’

Eşitsiz düzeyde risk dağılımının yol açtığı kaos şartlarında, işçi sınıfı ile burjuva sınıfı arasında ki ekonomik rekabet istihdam temelinde daha çok zorlaşır. Örneğin iş başvurularında ağırlaştırılan kriterler karmaşık duruma girer. Bu nedenle, işçinin emeğinin kiralanmasında sadece kas gücünü değil, eğitim düzeyinin yüksek olması gibi daha çok kalifiye iş gücü talebini ön plana çıkartır.

Normal şartlarda işyerlerinin politikalarına bağlı olarak uzun saatler çalışan işçilerin kendilerini geliştirme şansı düşüktür. ‘’Bireylerin gerek eğitim hayatı, gerekse iş hayatı gerekse kişisel ve ailevi güvenliği her daim risk altındadır’’(Alkın, 2017:36). Dolayısıyla, kaos şartlarında riskin önlenmesi ile emek ve üretim arasındaki çelişkilerin çözülmesi devrimsel eyleme dönüşmesine de bağlıdır. Bu çözülme de, kaosun arka planındaki dinamiklerin işlevleri de dikkate alınmalıdır. Bu bilgiler ışığında, toplumsal sistemlerin yapısal ve işlevsel degişimlerini tarihsel düzlemde inceledigimizde, kaos’un kaçınılmaz şekilde belirleyici olduğu görülür. Arka planında sürekli olarak, emek-üretim ve sömürü çelişkilerinin olduğu toplumsal kaos, aslında toplumda tarihsel degişimleri ifade eder. Sorun sadece, mevcut sınıflar arasındaki çelişkilerin dengelenmesi için önerilen revizyonist çozümlerin niteligi degildir. Gerçek sorun, toplumsal kaos’da neyin nasıl degiştigini analiz edip uygun ön görülerde bulunmaktır.

Tarih ve sınıf bilincinin zayıf olduğu veya yozlaştırıldığı toplumlar da risk ve kaos analizleri, toplumun aydınları ile bilim insanları tarafından degil, ithal edilen sosyolojik ve politik çözümlemelerle yapılması gerçekci degildir. İthal çözümler, sömürülen toplumun ideolojisi haline gelmesine neden olur. Çünkü küresel veya bölgesel düzeyde olan egemen bir ideoloji, sömürülen topluma egemen ideolojinin değerlerini ve düşüncelerini de aktarır. Diğer bir anlatimla, başka toplumsal bir ideolojinin bakış açısına göre kendi toplumsal gerçekligini algılamak ve değerlendirmek gerçekci sonuçlar vermez.

Sınıflı bir toplumda, kaos şartlarında emeğin değerini belirleyen üretim değeri midir yoksa kullanım değeri midir? Emeğin değerinin ne olduğunu anlayabilmek için öncelikle emeğin rolünün ne olduğunu bilmek gerekir. ‘Emek’ faktörü, malın veya hizmetin değerini ve fiyatını belirler. Mantıksal olarak bakıldığında bu açıklama ikna edici görülmektedir. Fakat, aynı belirleme de üretilen malın ve/veya hizmetin fiyatının belirlenmesinde görünmeyen faktörlerde rol oynamaktadır. Gösterilmeyen faktörlere; işyerinin kirası, işçilik, işyeri faturaları, malın taşınması örnek olarak gösterilebilir. Özellikle kaosun hakim olduğu serbest piyasada üretilen bir malın ve/veya hizmetin fiyatı, gerçek fiyatı olmaz. Örneğin gerçek maliyeti 15 TL olan üretilmiş bir mala, diğer masrafları ve vergiler ide eklediğinizde aynı malın piyasa malı 40-50 TL olur. Verdiğimiz örnekte sadece işçinin sömürülmesi ile elde edilen artı değer yoktur. Aynı zamanda tüketiciye yansıtılan gerçek olmayan fiyat üzerinden de artı değer elde edilir. Diğer bir anlatımla artı değer hem işçinin sömürülmesiyle hem de tüketicinin yanıltılmasıyla elde edilir. Böylece, daha önce de değindiğimiz gibi, üretim fazlalığının neden olduğu sermayenin azalması riski ortadan kalkar. Ancak bu tarz bir yaklaşımda kapitalist üreticiler için çözüm değildir. Var olan üretim ve sermaye çelişkisi her koşulda etkisini göstermeye devam eder.

Son yıllarda endüstrileşme de ve sanayi ortamlarında üretimin makineleşmesi sermaye birikimi ve sermayenin korunması açısından çözüm olarak görülmüştür. Malların ve hizmetlerin üretiminde makineleşme, kapitalistlere göre üretim maliyetini düşürerek sermaye azalmasını önler. Böylesine ezbere bir algı, bilimsel açıdan hiç bir değere sahip değildir. Üretimde makineleşmeye gidilmesi yine işsizliğin artmasına yol açacaktır. Her ne kadar yeni mesleki alanlar açılsa da yine ‘üretim-sermaye çelişkisinden dolayı çözüm olmaz. Makineleşme da özellikle ilk göze çarpan ‘yapay zeka’ üreticiler için vazgeçilmez yeni bir kurtarıcı gibi görünmektedir. Fakat, algoritmalarla işlevselliğini yerine getiren yapay zekậ sonuçta, insan zihninin programladığı yapay bir olgudur ve insan emeğinin yerini tutamaz. ‘Yapay zeka maliyeti azaltır ve kậr hacmini artırır’ gibi hipotezler günümüzde tartışılmaktadır. Bu tip hipotezler aynı zamanda ‘yapay zeka artı değer üretebilir mi’ sorusunu da gündeme taşımaktadır.

Kaynaklar

Alkın, R.C (2017) Ulrich Beck’in Risk Toplumu Kavramlaştırması Eksininde Toplumsal

Dönüşümüne Giriş Denemesi. Türkiye; Medeniyet ve Toplum Dergisi, Cilt 1(1).

Beck, U (2014) Risk Toplumu,2.Baskı (Çevirenler: Kazım Özdoğan ve Bülent Doğan).

İstanbul; İthaki Yayınları.

Smith, A (2012) Ulusların Zenginligi-1(Çeviren: Metin Saltoğlu). Ankara;Palme Yayınları.

İletişim adresi: cetinalkan@hotmail.com