Türkiye’de sadece ekonomik krizi yok aynı zamanda politik bir krizi var. Bir bakıma yönetememe krizi diyebiliriz buna. AKP-MHP iktidarının hiçbir politik-ekonomik önlemi sorunların çözümünde etkili olmuyor. Özellikle ekonominin kontrolden çıktığına dair çok sayıda veri orta yerde duruyor. Bu sürece gelinmesi bir anlık izlenen politikaların sonucu olmayıp hem uluslar arası ve bölgesel ilişkilerde uygulanmak istenen ve gerçekçi olmayan stratejiler hem de iç politikada yaşama geçirilen tek merkezli iktidar gücü olma yönelimleri çöküşün ana unsurlarını oluşturuyor.
Uluslar arası ilişkileri yanlış okuma ve küresel güçlere kafa tutma hayalinin çöküşü
Cumhur ittifak olarak tanımlanan iktidar gücü, küresel güç ilişkilerini, dengelerini, belirlenen stratejileri hesaba katmadan kendisini küresel çapta bir güç görmeye başladı. AB’ni açıkça tehdit etti. İngiltere’nin AB’den ayrılma kararından sonra AB ile ilişkileri minimuma indir. Hatta AB’ne meydan okudu: ‘Bu sizin daha iyi günleriniz’ dedi: AB’ne uyum yasalarını uygulamayı bir kenara bıraktı, yok saydı. Ankara’daki iktidar, İngiltere’den sonra AB’nin dağılacağına kendisini inandırdı ve AB’ne üyelik stratejisinde vazgeçti. Uyum yasalarını hayata geçirme politikasını açıktan bir kenara attı. Türkiye’ye topladığı 5 milyona yakın göçmenle AB’nin tehdit etti. 5-6 milyar dolar için sınır kapılarını açarak göçmenleri Yunanistan ve Bulgaristan’a yönlendirdi. AB ile imzalanan AİHM Kararları başta olmak üzere ve uluslar arası geçerliliği olan ‘bağlayıcı’ yasaların hiç birini uygulamadı. İstanbul Sözleşmesinden de çekildi.
Cumhur ittifakını temsil eden Erdoğan, ABD ile ilişkilerini doğrudan Trump üzerinde kişiselleştirerek yürütmeyi esas aldı. Böylelikle iki devlet arasındaki kurumsal ilişkiler iki liderin telefon ilişkilerine dönüşerek yürütüldü. Trump dostu Erdoğan’a bazen mektup göndererek bazen gece yarısı telefon açarak bazen de twitter üzerinde tehdit ederek sorunları çözüyordu. Örneğin ‘Aptallık Yapma’ diye mektup gönderdi, twitter üzerinde ‘ekonomini mahvederim’ diye açıkça tehdit etti. Erdoğan’ın da zaman zaman Trump’tan Halk Bank davası ile ilgilenmesi gibi bir kısım ricaları oldu. Davanın savcısını görevde alsa da yapabildiği tek şey davanın karar sürecini ertelemek oldu. Trump, ABD Kongresi’nin S-400 kararları nedeniyle Türkiye’ye yönelik almış olduğu kararları esnekleştirdi. Erdoğan, dostu olarak gördüğü Trump’ın kazanacağından çok emin olduğu için kendisinin de Türkiye’de iktidarı garantileyeceğini düşündü. Ancak beklediği olmadı ve kişisel ilişki kuramadığı Biden, ABD Başkanı oldu.
Putin’in Erdoğan kurduğu ilişki tamamen Rusya’nın bölgesel çıkarlarını geliştirmek ve özellikle NATO ile Türkiye arasında oluşan askeri-politik ilişkileri bir krize dönüştürmekti. Putin bu taktik politikasından başarılı oldu denebilir. Suriye’de Ankara’yı açıktan kontrol altına alan ve gerektiğinde Türk askeri birliklerine saldırılar yapan Moskova karşısında iktidar hiçbir reaksiyon gösteremedi. Putin, dostu Erdoğan’ı Soçi’de kabul ederken kapıda dakikalarca bekletmesi, diplomatik nezaketsizlik olarak değerlendirildi ama Ankara’dan bir ses çıkmadı. Türkiye’nin Rus turistlerinde yüksek beklentisi yine Moskova’nın ayarına takıldı sınırlı sayıda turistin Antalya’ya gelişine onay vardı. En büyük ihracatı olan sebze-meyve’ye de gerektiğinde ambargo uyguluyor. Böylelikle Moskova’nın Ankara politikasının stratejik olmayıp dönemsel olduğunu, ne uçağın düşürülmesini ne de Büyükelçi’nin öldürülmesini unuttuklarını hatırlatalım.
Ankara’nın ikinci vahim hatası; bölgesel güç olma stratejisi hayali
Cumhur ittifakına dayanan iktidar 2011’den başlayarak sürdürdüğü bölgesel politikaları bugünkü krizin ikinci ayağını oluşturdu. Libya küresel güçlerin saldırısına uğradı. Cumhurbaşkanı önce meydan okudu, birkaç gün sonra dostu Kaddife’ye saldırı için üsleri açtı. NATO’nun yanında yer aldığını açıkladı. Yıllar sonra Libya’nın iç savaş sürecine müdahil olmak istedi. Suriye’deki radikal İslamcı cihatçıları buraya taşıdı. Libya’nın geleceğinde söz sahibi olmak attığı adımlar ters tepti ve Ankara’nın uluslar arası ilişkilerde çok daha fazla izole olmasına yol açtı.
Suriye’de güç olmak için doğrudan savaşa müdahil oldu. Öyle ki Esad rejiminin 6 ayda yıkılacağını ve Şam Emevi camiinde namaza duracağını bizzat o dönem başbakan olan Erdoğan açıkladı. İdlib, El bab, Afrin, Serikaniye bölgelerine askeri olarak müdahale etti. Bölgedeki radikal İslamcı örgütlerle yakın ilişki kurarak etki alanını pekiştirmeye çalıştı. Hatta El Bab’ı kendi toprağı görecek şekilde kaymakamlık açtı. Sonuçta Suriye’de tam bir açmazın içinde kaldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan ‘ya büyüyeceği ya küçülürüz’ tezini ortaya attı. Büyüme şansı olmadı ama dağılma olur mu bilinmez. Erdoğan ‘İdlib’i kaybedersek Hatay’ı kaybederiz’ dedi. İdlib fiilen kaybedildi çekilmek için sadece zamana oynanıyor. Buna karşılık Esad rejimi, Şam’daki parlamentoda büyük bir olasılıkla Rusya ve İran’ın onayını da alarak ‘Hatay’ı Suriye topraklarında gösteren bir haritayı oy birliğiyle kabul etti.
İslam dünyasına liderlik etme hayalini kuran cumhurbaşkanı Erdoğan, önce Birleşik Arap Emirliklerini hedef aldı. Hatta BAE Emir’ini 15 Temmuz 2106 darbe girişiminin finanse ettiği iddiasıyla ‘hain ve şerefsiz’ ilan etti. S. Arabistan ile bölgesel rekabete girmek istedi ve başarısız kaldı. Riyad ile yaşanan politik sorunlar nedeniyle Krallık, Ankara’ya yönelik fiilen ekonomik ambargo uyguladı ve nispeten başarılı oldu.
Mısır’da MURSİ’ye yönelik ABD onaylı SİSİ tarafından gerçekleştirilen darbeye karşı haklı tepki diplomatik ilişkilerin bütünüyle kopmasına yol açtı. SİSİ tarafından gerçekleştirilen darbe aynı zamanda Ankara’nın körfez bölgesine yönelik belirlediği stratejinin ciddi darbe almasına yol açtı. Mısır, Arap dünyanın ‘politik abisi’ olarak yeniden yönlendirici güç olarak ön plana çıktı. Mısır-BAE ortak bir Libya siyaseti oluşturarak Ankara’nın etki gücünü önemli oranda kırmayı başardılar.
Ankara’daki iktidar son birkaç yıldır ‘Doğu Akdeniz’de güç olmak için yeni bir strateji geliştirmek istedi. Ancak bu strateji de beklenilen sonucu vermeden bütünüyle çöktü. Böylelikle Doğu Akdeniz’de oyun kuruculuktan oyun bozmaya yönelen Ankara artık oyunu da bozma gücü kalmadı.
İç politikada gücü merkezileştirmenin başarısızlığı
15 Temmuz 2016 tarihine kadar Gülen cemaatiyle ortak hareket eden AKP iktidarı, darbe girişimi karşısında şok yaşamasının ötesinde politik kimyası bozuldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, hem devleti hem de kendisinin koltuğunu isteyen Gülen’e ‘Ne istedin de vermedim’ diye seslendi. Erdoğan’ın gerçekten iktidar gücü olmadığı, sanıldığı gibi devlet kurumlarını kontrol edemediği ortaya çıktı.
Darbe girişiminden sonra Türkiye’nin iç dinamiklerindeki dengeler kaçınılmaz olarak değişti. MHP’nin ısrarı ve yönlendirilmesiyle bütün gücün tek merkezde toplanması ve bürokratik devlet aygıtından tek elde hızla karar veren bir yapıya dönüştürülmesi için bugünkü cumhurbaşkanlığı sistemi getirildi. Böylelikle tek seçici güç gibi görünen Erdoğan’ın aslında gücünün hızla tüketilmesine zemin oluşturdu.
Devlet kurumlarının etkisizleştirilerek askeri, politik ve ekonomik ilişkilerin tek elden toplanması, iktidarı güçlendirmek için muhalefetin susturulması, toplumu yönetmek için de medyanın denetim altına alınması gibi demokratik-hukuksal değerlerin ortadan kaldırılmasına yönelik adımlar kalıcılaştı. MHP ile kurulan zorunlu ilişki bir bakıma Bahçeli’nin iktidara yön vermesine yol açtı. Politikayı belirleyen Bahçeli, uygulayan Erdoğan algısı ön plana çıktı. Ancak tek merkezli gücün iktidarı çok daha kolay yöneteceği düşüncesi inandırıcılığını kısa sürede kaybetti ve bugünkü politik-ekonomik krize zemin hazırladı. Yönetememe algısı ön plana çıktıkça anti demokratik uygulamalar çok daha fazla arttı.
Hukuksal normlar ve demokratik değerler bir kenara atıldı ve ‘dini referanslar üzerinde bir çözüm bulma sürecine girildi. Diyanet İşler Başkanının gündelik politik yaşamın içinde görünür kılınması, toplum üzerinde psikolojik bir yönlendirme çabası olarak görüldü ama bu politika da başarılı olmadı. Diyanet İşler Başkanlığının güvenirliği de hızla zayıflamaya başladı.
Kurumsal yapıların işlevsizliği ve Ekonomik krizin şiddetlenmesi
Küresel çaptaki izlenen yanlış politikalar, bölgesel stratejilerin başarısız kalması, iç politikada hukuksal ve demokratik değerlerin tahrip edilmesi, kurumsal yapıların işlevsizleştirilmesi gibi faktörler küresel sermayenin güvenini önemli oranda sarstı. Erdoğan merkezli iktidarın küresel güçlerle boyuna aşan çatışma ve rekabete yönelmesi, uluslar arası ilişkilerde bilerek ve isteyerek yarattığı kriz, ekonomik dengeleri yavaş yavaş ama etkisini hissettirir şekilde olumsuz yönde gelişmeye başladı. İç politik istikrarsızlık doğal olarak küresel sermayenin akışını durdurdu. Sıcak para olarak tanımlanan hareket halindeki küresel sermayenin ülkeden hızla çıkması, stratejik üretim alanlarına küresel sermayenin yatırım yapmaması, hatta stratejik şirketler için satış kolaylığı sağlanmasına rağmen beklenilen ilgiyi görmemesi, ekonomik göstergeleri etkiledi. Kurumların bütünüyle işlevsizleştirilmesi, bürokratların görevden alınması-atanması politik ilişkilerin doğrudan bir parçası haline gelmesi, küresel sermayenin gelmesini engelleyen başka faktörler olarak sıralanabilir. Aynı şekilde Ankara’nın ekonomik sorunları aşmak için gayri resmi onay verilen ‘Narko-Ekonomiye’ yönelik hamleler Sedat Peker tarafından deşifre edildi.
Tek merkezli yönetimi gücü krize stratejik çözümler bulmak yerine anlık/geçici politik kararlarla yol almaya çalıştı. Son olarak Çin modelinin Türkiye versiyonu olarak belirlenen ekonomik politika’nın başarılı olmayacağı, çıkmazdan kaynaklanan umutsuz bir hamle olduğu bir aylık uygulamada anlaşıldı. Düşük ücret, ucuz üretim, düşük faiz, yüksek enflasyon ve yüksek döviz kur uygulamasıyla kalkınma ve büyüme merkezli izlenen politikanın başarılı olmayacağın görmek için ‘ekonominin kitabını yazmaya’ gerek yok.
Türkiye neyle karşı karşıya
Birincisi, Biden yönetimi AKP iktidarının meşrulaştırılmasına yönelik hiçbir yeşil ışık yakmıyor. Halk Bankası davası süreci yeniden başlatılacak. Biden yönetiminin Ankara’nın önüne koyduğu yol haritasına uygun davranmadığı sürece politik ilişkilerin bir üst aşamaya çıkartılması söz konusu olmayacak. Politik kararların ekonomik yansımaları çok daha sert olacak
İkincisi, AB, Türkiye ile müzakereleri dondurma kararı aldı. Avrupa Konseyi 19 Ocak’a kadar AİHM Kararlarının uygulanması için süre verdi. Müzakerelerin dondurulması kararı ekonomik ilişkileri ciddi oranda etkileyecektir.
Üçüncüsü, Ankara, daha önce ‘hain’ ilan ettiği BAE ile barışarak ekonomik avantaj elde etme çabası beklenilen sonucu vermedi. BAE sıcak para transferinden çok ASELSAN gibi şirketlere ortaklık önerisini ön plana çıkartıyor. Yani karlı şirketlere yatırım. Katar ile ilişkileri geliştirme sadece yazılı anlaşmalarda kaldı. Yeni SWAP anlaşması imzalamadı ama mevcut olanın sürecini uzattı. Doları da 24 TL den hesaplandığı belirtiliyor. S.Arabistan ile barışıp para transfer etme yakın gelecekte sonuç verecek gibi görünmüyor.
Dördüncüsü, Türkiye, kara para akladığı ve radikal İslami örgütleri finanse ettiği gerekçesiyle takip edilmek üzere GRİ listeye alındı.
Beşincisi, Türkiye’de demokratik değerlerin ve hukukun işlemediği gerekçesiyle, ABD’de Biden yönetiminin topladığı 9-10 Aralık’taki ‘Demokratik Zirvesi’ne davet edilmemesi, otoriter rejime yönelen Erdoğan iktidarına verilen bir mesaj olarak değerlendirildi.
Sonuç: Türk tipi demokrasi-hukuk ve Türk tipi başkanlık sistemine paralel olarak Türk tipi Ekonomik sistemi uygulanmaya başlandı. Bu üç sistem birbirini tamamlar şekilde başarısız oldu denebilir. Bu nedenle Ankara’daki güç dengeleri tahmin ettiğimizden çok daha fazla ve hızlı değiştirecektir.
Tezkerenin iki yıllığına uzatılması ve cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ekonomik kriz nedeniyle ‘ikinci milli kurtuluş savaşı başlatması’ esasen sorunların Olağan Hal Koşulları içerisinde çözebileceği mesajını da içeriyor.
AKP’nin seçimlere giderek seçim sonuçlarını kabul etmeme gibi bir lüksü yoktur. Ancak Olağan Üstü Koşulları ileri sürerek seçimlerin bir yıl ertelenmesini göze alabilir. Böylesi karar politik yenilgiyi erkene almak ve iç krize dayanan çatışmayı tetiklemektir. Ne küresel dengeler ne de devlet aklı böyle bir yönelime izin verir.
Asgari ücretin 4250 TL olarak belirlenmesi küçük de olsa pozitif bir etki yaratabilir. Ancak kurdaki yüksek artış ve yüksek enflasyon bu etkiyi kısa sürede bitirir. AKP iktidarı çözümsüzlük içinde Çin’in modelinin kötü bir kopyası olarak uygulamak istediği Türk Tipi ekonomik modelin maliyeti 2022 yılının Ocak ayı sonunda doların 22 TL’nin üzerine çıkmasıdır. Dahası böyle bir tahmini değerlendirme yapılıyor. Bu seviyeye gelirse de kimse şaşırmamalıdır.
Cumhur ittifakının oluşturduğu AKP-MHP iktidarı için politik olarak yolun sonuna gelindi. Türkiye’de yeni politik aktörlerin ön plana çıkmasının koşulları artık oluştu. Hem uluslar arası küresel ilişkiler hem de devlet bu sürecin nesnel zeminin hazırlamaya başladı.