Türkiye’nin karşı karşıya olduğu sorunlar öyle bir noktaya geldi ki devlet içerisinde iç iktidar çatışmasını derinleştirmeye başladı. Ekonomik kriz üzerine başlayan tartışma esasen iktidar dengelerini değiştirme sürecine girdiğine dair çok sayıda veri ortaya çıkmaya başladı. AKP-MHP iktidarının devletin bütün kurumlarında örgütlendiği ve kontrol ettiği iddiasına karşılık devlet kurumlarının tek bir bütün olarak hareket etmediği, farklı politik eğilimlerin rekabetine sahne olduğu görülüyor. Devlet stratejisini belirleyen ve ‘devlet aklı’ olarak tanımlanan politika tek yanlı olmayıp devlet tek bir güce teslim edilmez. Bugün ortaya çıkan kriz, iktidar dengelerini değiştirme sürecine girdiğini gösteriyor.
AKP iktidarının ekonomik istikrarının arka planı neydi
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ısrarla savunduğu ‘faiz sebep enflasyon sonuçtur’ merkezli izlediği ekonomik politikanın sonuçları gündelik yaşamın her alanında görülüyor. AKP’nin hükümet olduğu 2002 tarihinden 2015 yılına kadar geçen süreçte sağladığı ekonomik istikrar sanıldığı gibi iktidarın tek başına yazdığı bir başarı hikaye olmadığı açıktır. Bunun birkaç temel nedeni vardı: Birincisi, 1999 yılında DSP-MHP-ANAP ortak hükümeti sırasında ortaya çıkan krizle Kemal Derviş’in İMF tarafından ekonomiden sorumlu bakan olarak atanmasından sonra ekonomide stratejik yapısal kararlar alındı ve İMF’den 16 milyar dolar kredi alındı. AKP hükümet olduktan sonra ekonomik dengeler bir bakıma yeniden dizayn edilmişti. İkincisi AB aday ülkesi olarak başlayan süreç küresel sermayeye açık bir güven verdi. Burada hareket halindeki küresel sermayenin Türkiye’ye girişi tahminlerin çok üstünde gerçekleşti. Üçüncüsü, AB ile başlayan üyelik süreciyle Avrupa Birliği’nden Türkiye karşılıksız yaklaşık 20 milyar Euro verildi. Dördüncüsü, Körfez ülkelerinden sıcak para olarak milyar dolarların akışı sağlandı. İstanbul borsasında yabancı yatırımlar, binlerce küresel şirketin Türkiye’de yaptığı yatırımlar ve satın aldıkları binlerle ifade edilen şirket sayısı ülke ekonomisinin istikrarında önemli bir etki yarattı. Bütün bu yönelimlerin arka planında Ankara’nın küresel dünya sisteminin belirlediği stratejiye uygun bir politika izlemesiydi.
Küresel sermayenin kesilen desteği
2015 yılından itibaren Ankara’daki iktidarın küresel sistemin belirlediği stratejilerin dışına düşmeye başlamasıyla bölgesel ve küresel ilişkileri önemli oranda bozuldu. Bunun en somutlaşmış hali ise ekonomik alanda başlayan sorunların artık tam bir kriz biçimine dönüşmesidir. Sıcak para olarak tanımlanan hareket halindeki sermaye ülkeden hızla çıktı. Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinin fiilen sonuçlanması ve politik ilişkilerin minimum düzeye inmesi hem AB merkezli sermayenin ülkeye girişini önemli oranda durdurdu hem de aday ülke olması nedeniyle aktarılan fon yardımların nerdeyse tamamı kesildi.
Ankara’nın bölgesel politikaları nedeniyle körfez ülkeleriyle yaşadığı sorunlar sadece politik-diplomatik ilişkilerde sorunlar yaratmadı aynı zamanda sıcak para akışını çok önemli oranda etkiledi. Aynı şekilde Washington-Ankara arasında artan gerilimin ekonomik yansımaları da açık bir şekilde hissedildi. S-400’ler meselesinde uygulanmaya konulan ambargo, ABD’nin İran’a uyguladığı ambargonun delinmesi iddiasıyla Halk Bankası hakkında açılan dava gibi bir kısım önemli faktörler küresel sermayenin Türkiye’de çekilmesini ciddi oranda etkidi denebilir.
İktidarın çözülmesinde artan dış borç faktörü
Bütün bu olgular Ankara’nın ekonomik politikasını ciddi oranda etkiledi ve kriz artık önlenemez bir noktaya geldi. Örneğin 2001 yılında Türkiye’nin dış borcu 113,6 milyar dolar. 2020 yılında ise 450 milyar dolara yükselmiş. 2021 yılının tahmini verilerine göre dış borcun GSMH oranı % 61,5 olarak verilmiş. Dış borcun 255,4 milyar doları özel sektöre, 173,2 milyar doları kamuya ve 21,4 milyar dolar Merkez Bankasına aittir. Böylelikle bir dönem sağlanan ekonomik istikrar sanıldığı gibi AKP’nin izlemiş olduğu ekonomik politikalarının bir sonucu olmadığını esasen bölgesel-küresel çaptaki ilişkilerin bir yansıması olduğunu, diplomatik-politik ilişkilerin olumsuzlaşmasıyla ekonomik sorunların devasa boyutlara ulaştığını görebiliyoruz.
Ekonomik kriz iktidara oy kaybettiriyor
AKP-MHP iktidarının izlemiş olduğu ekonomik politikaların yarattığı kriz aynı zamanda politik çatışmaları derinleştirmeye başladı. Her ne kadar TÜİK verileri enflasyonun % 19 gösterse de gerçek veriler enflasyonun % 30’un üstünde olduğunu gösteriyor. Döviz kurları artık kontrolden çıkmış durumda. Gerçek işsizlik % 25’i aşmış bulunuyor. Ekonomik krizin toplumun bütün sosyal katmanlarını çok ciddi oranda etkilediğini istatistikî verilerle netleşmiş durumda. Yayınlanan anketlerin tamamında birinci ittifakı oluşturan AKP-MHP iktidarının ciddi düzeyde oy kaybettiğini gösteriyor. Ekonomik göstergelerin toplumun gündelik yaşamını olumsuz yönde ve ciddi oranda etkilemeye başladığı artık inkar edilmeyecek düzeyde görülmeye başlandı. MHP’nin oy oranı % 10 barajının çok altında görünüyor. AKP’nin oy oranı ise 2002’deki % 34’ün altına düşmüş hatta bazı anketlerde bu oran % 30’un altında görünüyor. Muhalefetin genel oy oranının % 60 civarına doğru yükseldiği ve önümüzdeki süreçte bunun çok daha fazla artacağı öngörülüyor. Muhalefet arasında farklı politik eğilimler bulunmasına rağmen ortak buluşma noktaları oluşur mu bilinmez. İkinci ittifak bugün ‘Güçlendirilmiş Muhalefet’ merkezli ortak yeni bir anayasa hazırlığı yapan CHP-İYİ PARTİ-GELECEK PARTİSİ-DEMOKRAT PARTİ-SAADET PARTİS-GELECEK PARTİSİ gibi 6 parti arasında fiilen ortak bir uzlaşı oluşmuş durumda. Bu partilerin büyük bir sürpriz olmadığı takdirde ORTAK aday üzerinde uzlaşacaklarını söyleyebiliriz. Üçüncü ittifak ise üçüncü alternatif yol olarak tanımlanan HDP merkezli ‘DEMOKRASİ’ muhalefeti oluşturulacak gibi görünüyor. Eğer cumhurbaşkanlığı seçimi ikinci tura kaldığında HDP merkezli muhalefet güçlerinin desteği cumhurbaşkanının kim olduğunu belirleyecektir.
İktidar dengeleri aşamalı olarak değişiyor
Bugünkü devletin iç politik dengeleri dikkate alındığında AKP-MHP iktidarının mutlak hegemonyasının kırılmaya başlandığını söylemek mümkün. Devlet içerisindeki güç dengelerinin yönü aşamalı olarak CHP-İYİ PARTİ merkezli ittifaka dönme eğilimini ortaya koyuyor. Devlet kurumlarından AKP-MHP iktidarını zorlayabilecek bilgilerin özellikle CHP’ye akmaya başlanması hiçbir şekilde tesadüf olmadığı, bilinçli politik tercih olduğu açıktır. Kılıçdaroğlu’nun kendisine duymaya başladığı özgüven ile iktidarı eleştirmesi hatta devlet kurumlarına ültimatomlar vermeye başlaması, üst düzey bürokratlara tehdit içerikli mesajlar vermesi esasen devlet içerisindeki politik dengelerin değişmeye başladığını gösteriyor. AKP-MHP denkleminde bugünkü cumhurbaşkanı Erdoğan, CHP-İYİ PARTİ denkleminde bir bakıma geleceğin olası cumhurbaşkanı Kılıçdaroğlu karşı karşıya gelmeleri devlet içerisindeki politik eğilimlerin güç dengesini belirliyor. AKP-MHP ittifakına dayanan bugünkü iktidarın bölgesel ve küresel çapta izlemek istediği stratejilerin önemli oranda başarısız olması, iç politikada ekonomik krizin yarattığı sorunların artık çözülmeyecek düzeye gelmesi, toplumsal dinamiklerin olası tepkilerinin kontrol edilemeyecek düzeye gelme olasılığı dikkate alındığında sistem içerisinde devleti yönetecek yeni bir güç odaklarının hazırlanmaya başlandığı söylenebilir. CHPnin bu sürecin yeni bir aktörü olarak ön plana çıkmaya başlaması, Kılıçdaroğlu’nun önümüzdeki politik süreci dizayn edebilmesi için görevlendirilmesi, yeni dönem stratejisinin önemli bir halkasını oluşturuyor.
AKP-MHP iktidarının bütün engellemelerine rağmen ana muhalefet lideri olarak Kılıçdaroğlu’nun devlet kurumlarını ziyaret ederek brifingler almaya başlaması, Erdoğan’a alternatif olarak fiilen cumhurbaşkanı rolünü üstlenmesi sıradan bir çıkış olmayıp doğrudan güç odaklarının yeniden belirlenmesidir. Gerileme eğilimi içerisinde olan Erdoğan-Bahçeli ikilisine karşı gelişme eğilimi içerisinde olan Kılıçdaroğlu-Akşener ikilisi politik dengeleri belirlediği artık kabul görüyor.
Ekonomik, politik ve toplumsal ilişkilerin yarattığı sistem içi kriz esasen ikili iktidar sürecinin başladığını gösteriyor. İkili iktidar sürecinin alacağı biçim ve sonucu hem devletin yeniden tanımlayacağı küresel-bölgesel stratejiler hem de iç politik kararların yönü belirleyecektir.
“MUSTAFA PEKÖZ: EKONOMİK KRİZ VE İKİLİ İKTİDARA DOĞRU” üzerine bir yorum
Aslında tesbitlerinizin çok büyük bölümüne katılıyorum. Ama bazı ekleme ve düzeltme yapmak istiyorum, izninizle :
-Türkiye ‘nin Avrupa Birliği ve Amerika ile yol ayrımının başlangıcı olarak, Ocak 2009 daki Davos’ u, yani One Minute krizini almak gerekir. Çünkü tüm dünya bir anda ne oluyor dedi. Şaşkınlık yerini birkaç ay sonra Türkiye ‘den uzaklaşmaya bıraktı. Hem İsrail Türkiye ile arasına mesafe koyup, kuruluşundan bu yana ilk defa Yunanistan ile yakınlaştı. Hem de Amerika da yahudi lobisi önce Türkiye ye yönelik desteğini çekti. 2011 den itibaren de Türkiye karşıtı proje ve uygulamalara destek olmaya başladı. Sonra 2012 de Mısır da yaşanan olaylar ve iktidar değişiminde Erdoğan tercihini Mursi den (=lhvan-ı müslimin) yana kullandı. Bu nedenle Suudi Arabistan, BAE, Kuveyt ile ilişkiler bozuldu. 2013 de Mursi devrilince, Erdoğan çok kızdı. Eyyy……..! şeklindeki meydan okumalar başladı. Tabiki Mısır ‘ı kaybettik, çünkü darbeci dedi yeni yönetime. Rabia işareti ile çıkmaya başladı her kürsüye. Fransa ile gerilim yaşadık. Bu arada epey yabancı sermaye çıktı. Erdoğan, yok yok teğet geçti, diyordu. Çünkü hazırdan yiyorduk. Özelleştirme nedeniyle kasada epey para vardı. Ayrıca ekonominin başındaki bakan ve bürokratlar henüz IMF prensiplerini terketmemişlerdi. Ama Suriye de yaşanan bazı ikircikli tavırlar, bazı açıklanamayan uygulamalar sonucu, Avrupa Birliği bizden tamamen uzaklaştı. Bizim mesafe koyduğumuz her ülke ile Yunanistan yakın ilişkiler içine girdi. Ekonomimiz hergün geriye gitmeye devam etti. 15 Temmuz gerekçesiyle yeni sisteme geçildi (=referandumdan önce Erdoğan fiili durum yarattı, başbakanı adeta bypas edip tüm yürütme yetkililerini ele aldı. Ayrıca olağanüstü hal gerekçesiyle de TBMM ni bypas edip yasama yetkisini de kararnamelerle kendi üzerine aldı. Bu durumda yabancı sermayenin kalma atmosferi ortadan kalktı. Dışarıdan yeni sermaye – yatırım da gelmez oldu. Zaten yargı da Erdoğan ‘ın kontrolüne geçti. Bu durumda sermaye akışı tersine döndü. Ayrıca dünyada yaşanan salgın bizi daha fazla etkiledi.
Ama sonuç olarak şunu söylemek istiyorum. Ekonomimiz 2012 den itibaren bozulmaya başladı. Yavaş yavaş hissettik. Çünkü önce tarım ve hayvancılık hissetti. Şehirlerde yaşayan bizler yeterince ilgi göstermedik buna. Tabiki yaklaşık 8 milyon sığınmacı, kaçak ve mülteci var. Bunlara harcanan tahmini 60 milyar doları da gözönüne almalıyız.
Peki bunlar iktidarı değiştirmeye yeter mi?
Emin değilim.
Normal, demokratik bir ülkede elbette çoktan iktidar giderdi. Ama maalesef bizim ülkemiz normal demokratik bir ülke bilincine, farkındalığına sahip değil. Sıkışınca din üzerinden siyaset yapılıyor. Ve bu da alıcı buluyor. O nedenle durum pek net görünmüyor.